28 Haziran 2015 Pazar

Annem




“Hakkında bir şey yazılmadan kimse göçüp gitmemeli bu dünyadan”[1] şiarından hareketle, annem hakkında yazmaya başlayayım bir ucundan, dedim. Allah gecinden versin (annem bence hepimizi gömer) ama, ne kadar geç olursa olsun, ölmeden önce annem hakkında benden başka birinin bir şey yazma olasılığı oldukça düşük. Ben de kazık çakmayacağıma göre, insan aklındaki hiçbir şeyi ertelememeli.

Annem annem olduğuna göre, ona objektif olarak yaklaşamayacağım yeterince açık; “şöyle bir insan, böyle bir insan”, kabilinden. Annemi düşündüğümde ilk aklıma gelenlerden başlayarak yazarsam, ortaya bir portre çıkacağına inanıyorum, yine de. 

Annemle ilgili ilk anım, öğrenilmiş bir anı; yani kendim hatırlayamayacağım kadar küçükken geçiyor. Bebekken bile bana kitap okurmuş annem, o yüzden ilk sözcüğüm “oku!” olmuş; bir gün kitap okumasını talep etmişim ondan, ilk olarak “anne; baba” ya da “mama” demek yerine “oku, oku!” demişim. Annem arkadaşlarıma bunu anlatıp beni utandırmaktan hiç sıkılmaz, hatta en büyük zevkidir, hala. 

Kardeşimle yaş farkımız günü gününe 4,5; o yüzden o doğmadan önceye ilişkin annemle baş başa çok fazla anı kalmamış aklımda; yalnızca bulut halinde, şunlar: öğle uykusundan annemin çayını karıştırma şıkırtısına, sessiz, çok sessiz, perdeleri örtülü loş bir eve uyanışım; hafta sonları üçümüzün kahvaltı ederken radyo tiyatrosunu dinlememiz ve annemin eksikliğini hissederek babamla sinemaya gidişimiz. Herhalde kadıncağız o sırada ev işi yapıyordu ya da hamile olduğu için dinleniyordu filan.

Birçok yönden babama benzemişim; tersine, annem sakin, fedakâr, yumuşak huylu bir kadındır. Şikayet ettiği görülmemiştir. Hayatta haksızlığa uğradığını düşünür herhalde herkes gibi, ama hiç söylemez. Hep neşeli ve olumludur. Böyle olduğu için de tam bir annedir. Çocuk doğurabildiği için değil –herkes yapabilir bunu- hakkıyla bakabilecek özelliklere sahip olduğu için. Çocukken sabah çok erken okula, bir sınava ya da gençken işe giderken, soğuğa çıktığım ilk an, birkaç saniyeliğine, annemin sabahlıkla masanın başında oturuşu gelirdi gözümün önüne, zaten bir dakika önce sahiden gözümün önünde olan bu görüntüyü bir daha göremeyecekmişim gibi bir hüzün çöreklenirdi içime. Nereye gidiyorsam ayaklarım geri geri giderdi. Sıcacık ve yumuşacık, buğusu üstünde bir ev imgesiydi annem, hep çabucak dönmek istenen. 

Kötü bir anı: annemin bana ilk ve son olarak ekleştirdiğini söylediği (ben o kısmı hatırlayamıyorum; hani bir karikatür var ya, anne oğluna “bak geliyor şimdi üç kardeş” diyor, oğlan da “beş kardeş olmasın o” deyince anne “çok acıtmaz mı” diye soruyor, öyledir benim annem). Annemle bozuşmuşuz, ben de anneme “seni babama söyliycem” demişim. İspiyoncuların ve anne otoritesine karşı gelenlerin makbul olmadığını öğrenişim bu şekilde.

Bir diğer kötü anı: okula gitme yaşım henüz gelmediği halde her gün okula gitmek için tutturuyorum. Babamın siyah, küçük bir evrak çantası vardı, içine kalemlerimi, kağıtlarımı ve kitaplarımı koyuyordum. Annemin canına yetmiş olacak, beni kapı dışarı edip “hadi bakalım git okula” demiş, arkadan kapıyı tekrar açıp o çantayı da ayaklarımın dibine fırlatmıştı. Ben apartman girişinde ağlarken Nevres amca beni görmüş, alıp evine götürmüş, birkaç saat sonra da annemle barıştırmıştı. Bir daha da tutturmadım sanırım.

İlkokuldayken, annem saçıma özenle fön çeker, başıma bere takar, elden geldiğince düzgün yollardı okula. Henüz ona bunlardan hoşlanmadığımı söylemeyi akıl edecek yaşta ya da buna cesaret edecek durumda olmadığımdan, evden çıkıp annemin görüş menzilinden uzaklaşınca bereyi çıkartıp çantama tıkar, saçlarımı da bir güzel bozardım. Birkaç yıl önce ona bunu itiraf ettiğimde çok şaşırdı, ama en azından sınıfça çekildiğimiz fotoğraflarda en delibozuk ve yakası yukarı kıvrık tek kişinin neden ben olduğum konusu da açıklığa kavuşmuş oldu böylece.

Bir gün Engin’le okuldan dönerken (birinci sınıf?) köpekler üstümüze atlayıp bizi yere yatırmış (Engin’i miydi yalnızca, tam hatırlayamıyorum; ve Engin, acaba nerdesin, ne yapıyorsun?) üstümüze çıkmışlardı. Belki oyun oynuyorlardı ama biz de çok küçüktük yav, korkmuştuk. Çalılık, ağaçlık ve tarlalık –günümüz tabiriyle dutluk- olan Erenköy’de kestirmeler çamurlu ve ıssızdı üstelik. Annem tam o anda yetişip bizi -hieyyt- kahraman gibi kurtardıydı. Süpermen gibi. Kahraman annem.

Kahraman annemin kahramanlıkları iki çocuğun (biri sürekli hasta olan) bakımıyla sınırlı değildi elbette. Yeni doğmuş kedi yavrularını erkek kedilerden ve onları sahiplenmeyen manyak annelerinden kurtarıp sobanın yanına koyar, damlalıkla besler; kafa yarılması, deprem, küvetten fare çıkması gibi dehşet anlarında soğukkanlılığını ve cesaretini hiç yitirmezdi (“hiçbir şey olmaz”). Kışın bahçede odun kırarken camdan izlerdim onu. Herhalde buz gibi soğuk mutfakta yemek pişirir, bulaşık ve çamaşır yıkarken de izlerdim; böylece hayatın zor olduğunu ama yapılması gerekenlerin de her şeye rağmen yapılması gerektiğini öğrendim. Anneysen kaytaramazsın, ya da kaytarmamalısın.

Yaşı kaç olursa olsun, karar ve davranışları ne kadar saçma olursa olsun annem insana saygı duyar. Örneğin taş, dal parçası ve yaprak koleksiyonlarımı bana sormadan kaldırıp atan (“ne bu döküntüler”) kişi o değil, sağolsun babamdı. Çok kıymetli çocukluk kitaplarımı yine bana sormadan birilerine veren de babamdı ama bu konuyu babamı anlatacağım yazıya saklıyorum.

Ben yatılı okulda okudum. Kardeşim küçükken değil ama benim lisede olduğum yıllarda, bazı Çarşamba günleri annem Neşe’yle beni okuldan çıkarır, gezdirirdi. Biz de onu vapura kadar geçirip sallana sallana okula dönerdik. Bir gün vapura yetişebilsin diye önden koşup jetonunu alayım dedim, yerde muz kabuğu varmış (çizgi filmlerde hep olurdu da gerçek hayatta başıma geleceğini düşünmezdim); basmamla gökyüzünü görmem bir oldu. Ne olduğumu anlamadan sırt üstü yere boylu boyunca uzanmış başımın arkasını da hafifçe yere çarpmıştım. Hemen kalkıp bozuntuya vermeden (nasıl olacaksa) devam ettim, jetonu alıp arkadan yetişen bizimkilere düştüğümü söyledim; düştüğümü görmemişler, ama Neşe’den kaçar mı, muza bakıp anneme “buna basan çok pis düşmüştür” demiş. Annem vapura binip bize el sallarken hala kahkahayla gülüyordu. Böyle de bir anne.

Bunu anlatmadan geçemem; hani herkesin annesi çocuğunu sıkı sıkı giydirir ya, bizimki öyle değildir. “Anne ne giyeyim” dediğinde hep “hırkanı alma; monta gerek yok; hava çok sıcak, şemsiyeni kendine yük etme” filan der, ıslanır donarsın. O ne diyorsa tersini yapacaksın. Ateşli kadın vesselam.

Ben bugün sıkılmak nedir bilmiyorsam, o da annem sayesindedir. Kazara “sıkıldım” diyecek olsam “sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” der, sıkılmayayım diye elime ayıklanacak bir demet maydanoz ya da bir kilo patates tutuştururdu. 

Bana hep inanmış, güvenmiştir: “Ne dersin, altından kalkabilir miyim” sorusuna cevabı yetiştirir: “yaparsın tabii, niye yapamayacakmışsın, herkes annesinin karnında mı öğreniyor?” Annen o kadar eminse, sen neden olmayasın, değil mi?

Annem hayatımı ikinci kez kurtardığında ise 18 yaşındaydım. Çok aşıktım. Onun yüzünden babamla aramız bile bozulmuştu (hatta sonra senelerce düzelemeyecektik). Terk edildim (annem hiç “sana söylemiştim” demez). Yatağın üzerine kapanıp anırarak saatlerce ağladığım günlerden bir gün annem beni nasıl başardıysa evden çıkardı, bir arkadaşına götürdü. Meğer kadının kedisi yavrulamış. Üç yavrudan birini –üzerime çıkıp boynuma gömülen- alıp eve döndük. 

Sonrası iyilik güzellik.





[1] William Saroyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.