“Hakkında bir şey yazılmadan kimse göçüp gitmemeli bu dünyadan”[1] şiarından hareketle, annem hakkında yazmaya başlayayım bir ucundan, dedim. Allah gecinden versin (annem bence hepimizi gömer) ama, ne kadar geç olursa olsun, ölmeden önce annem hakkında benden başka birinin bir şey yazma olasılığı oldukça düşük. Ben de kazık çakmayacağıma göre, insan aklındaki hiçbir şeyi ertelememeli.
Annem annem olduğuna göre, ona objektif olarak
yaklaşamayacağım yeterince açık; “şöyle bir insan, böyle bir insan”,
kabilinden. Annemi düşündüğümde ilk aklıma gelenlerden başlayarak yazarsam,
ortaya bir portre çıkacağına inanıyorum, yine de.
Annemle ilgili ilk anım, öğrenilmiş bir anı;
yani kendim hatırlayamayacağım kadar küçükken geçiyor. Bebekken bile bana kitap
okurmuş annem, o yüzden ilk sözcüğüm “oku!” olmuş; bir gün kitap okumasını
talep etmişim ondan, ilk olarak “anne; baba” ya da “mama” demek yerine “oku,
oku!” demişim. Annem arkadaşlarıma bunu anlatıp beni utandırmaktan hiç
sıkılmaz, hatta en büyük zevkidir, hala.
Kardeşimle yaş farkımız günü gününe 4,5; o
yüzden o doğmadan önceye ilişkin annemle baş başa çok fazla anı kalmamış
aklımda; yalnızca bulut halinde, şunlar: öğle uykusundan annemin çayını
karıştırma şıkırtısına, sessiz, çok sessiz, perdeleri örtülü loş bir eve
uyanışım; hafta sonları üçümüzün kahvaltı ederken radyo tiyatrosunu dinlememiz
ve annemin eksikliğini hissederek babamla sinemaya gidişimiz. Herhalde
kadıncağız o sırada ev işi yapıyordu ya da hamile olduğu için dinleniyordu
filan.
Birçok yönden babama benzemişim; tersine, annem
sakin, fedakâr, yumuşak huylu bir kadındır. Şikayet ettiği görülmemiştir. Hayatta
haksızlığa uğradığını düşünür herhalde herkes gibi, ama hiç söylemez. Hep
neşeli ve olumludur. Böyle olduğu için de tam bir annedir. Çocuk doğurabildiği
için değil –herkes yapabilir bunu- hakkıyla bakabilecek özelliklere sahip
olduğu için. Çocukken sabah çok erken okula, bir sınava ya da gençken işe
giderken, soğuğa çıktığım ilk an, birkaç saniyeliğine, annemin sabahlıkla
masanın başında oturuşu gelirdi gözümün önüne, zaten bir dakika önce sahiden
gözümün önünde olan bu görüntüyü bir daha göremeyecekmişim gibi bir hüzün
çöreklenirdi içime. Nereye gidiyorsam ayaklarım geri geri giderdi. Sıcacık ve
yumuşacık, buğusu üstünde bir ev imgesiydi annem, hep çabucak dönmek istenen.
Kötü bir anı: annemin bana ilk ve son olarak ekleştirdiğini
söylediği (ben o kısmı hatırlayamıyorum; hani bir karikatür var ya, anne oğluna
“bak geliyor şimdi üç kardeş” diyor, oğlan da “beş kardeş olmasın o” deyince
anne “çok acıtmaz mı” diye soruyor, öyledir benim annem). Annemle bozuşmuşuz,
ben de anneme “seni babama söyliycem” demişim. İspiyoncuların ve anne
otoritesine karşı gelenlerin makbul olmadığını öğrenişim bu şekilde.
Bir diğer kötü anı: okula gitme yaşım henüz
gelmediği halde her gün okula gitmek için tutturuyorum. Babamın siyah, küçük
bir evrak çantası vardı, içine kalemlerimi, kağıtlarımı ve kitaplarımı
koyuyordum. Annemin canına yetmiş olacak, beni kapı dışarı edip “hadi bakalım
git okula” demiş, arkadan kapıyı tekrar açıp o çantayı da ayaklarımın dibine
fırlatmıştı. Ben apartman girişinde ağlarken Nevres amca beni görmüş, alıp evine
götürmüş, birkaç saat sonra da annemle barıştırmıştı. Bir daha da tutturmadım
sanırım.
İlkokuldayken, annem saçıma özenle fön çeker,
başıma bere takar, elden geldiğince düzgün yollardı okula. Henüz ona bunlardan
hoşlanmadığımı söylemeyi akıl edecek yaşta ya da buna cesaret edecek durumda
olmadığımdan, evden çıkıp annemin görüş menzilinden uzaklaşınca bereyi çıkartıp
çantama tıkar, saçlarımı da bir güzel bozardım. Birkaç yıl önce ona bunu itiraf
ettiğimde çok şaşırdı, ama en azından sınıfça çekildiğimiz fotoğraflarda en
delibozuk ve yakası yukarı kıvrık tek kişinin neden ben olduğum konusu da
açıklığa kavuşmuş oldu böylece.
Bir gün Engin’le okuldan dönerken (birinci
sınıf?) köpekler üstümüze atlayıp bizi yere yatırmış (Engin’i miydi yalnızca,
tam hatırlayamıyorum; ve Engin, acaba nerdesin, ne yapıyorsun?) üstümüze
çıkmışlardı. Belki oyun oynuyorlardı ama biz de çok küçüktük yav, korkmuştuk.
Çalılık, ağaçlık ve tarlalık –günümüz tabiriyle dutluk- olan Erenköy’de
kestirmeler çamurlu ve ıssızdı üstelik. Annem tam o anda yetişip bizi -hieyyt-
kahraman gibi kurtardıydı. Süpermen gibi. Kahraman annem.
Kahraman annemin kahramanlıkları iki çocuğun
(biri sürekli hasta olan) bakımıyla sınırlı değildi elbette. Yeni doğmuş kedi
yavrularını erkek kedilerden ve onları sahiplenmeyen manyak annelerinden kurtarıp
sobanın yanına koyar, damlalıkla besler; kafa yarılması, deprem, küvetten fare
çıkması gibi dehşet anlarında soğukkanlılığını ve cesaretini hiç yitirmezdi
(“hiçbir şey olmaz”). Kışın bahçede odun kırarken camdan izlerdim onu. Herhalde
buz gibi soğuk mutfakta yemek pişirir, bulaşık ve çamaşır yıkarken de izlerdim;
böylece hayatın zor olduğunu ama yapılması gerekenlerin de her şeye rağmen
yapılması gerektiğini öğrendim. Anneysen kaytaramazsın, ya da kaytarmamalısın.
Yaşı kaç olursa olsun, karar ve davranışları
ne kadar saçma olursa olsun annem insana saygı duyar. Örneğin taş, dal parçası
ve yaprak koleksiyonlarımı bana sormadan kaldırıp atan (“ne bu döküntüler”)
kişi o değil, sağolsun babamdı. Çok kıymetli çocukluk kitaplarımı yine bana
sormadan birilerine veren de babamdı ama bu konuyu babamı anlatacağım yazıya
saklıyorum.
Ben yatılı okulda okudum. Kardeşim küçükken
değil ama benim lisede olduğum yıllarda, bazı Çarşamba günleri annem Neşe’yle beni okuldan
çıkarır, gezdirirdi. Biz de onu vapura kadar geçirip sallana sallana okula
dönerdik. Bir gün vapura yetişebilsin diye önden koşup jetonunu alayım dedim,
yerde muz kabuğu varmış (çizgi filmlerde hep olurdu da gerçek hayatta başıma
geleceğini düşünmezdim); basmamla gökyüzünü görmem bir oldu. Ne olduğumu
anlamadan sırt üstü yere boylu boyunca uzanmış başımın arkasını da hafifçe yere
çarpmıştım. Hemen kalkıp bozuntuya vermeden (nasıl olacaksa) devam ettim,
jetonu alıp arkadan yetişen bizimkilere düştüğümü söyledim; düştüğümü
görmemişler, ama Neşe’den kaçar mı, muza bakıp anneme “buna basan çok pis
düşmüştür” demiş. Annem vapura binip bize el sallarken hala kahkahayla gülüyordu.
Böyle de bir anne.
Bunu anlatmadan geçemem; hani herkesin annesi
çocuğunu sıkı sıkı giydirir ya, bizimki öyle değildir. “Anne ne giyeyim”
dediğinde hep “hırkanı alma; monta gerek yok; hava çok sıcak, şemsiyeni kendine
yük etme” filan der, ıslanır donarsın. O ne diyorsa tersini yapacaksın. Ateşli
kadın vesselam.
Ben bugün sıkılmak nedir bilmiyorsam, o da
annem sayesindedir. Kazara “sıkıldım” diyecek olsam “sıkı can iyidir, kolay
çıkmaz” der, sıkılmayayım diye elime ayıklanacak bir demet maydanoz ya da bir
kilo patates tutuştururdu.
Bana hep inanmış, güvenmiştir: “Ne dersin,
altından kalkabilir miyim” sorusuna cevabı yetiştirir: “yaparsın tabii, niye
yapamayacakmışsın, herkes annesinin karnında mı öğreniyor?” Annen o kadar
eminse, sen neden olmayasın, değil mi?
Annem hayatımı ikinci kez kurtardığında ise 18
yaşındaydım. Çok aşıktım. Onun yüzünden babamla aramız bile bozulmuştu (hatta
sonra senelerce düzelemeyecektik). Terk edildim (annem hiç “sana söylemiştim”
demez). Yatağın üzerine kapanıp anırarak saatlerce ağladığım günlerden bir gün
annem beni nasıl başardıysa evden çıkardı, bir arkadaşına götürdü. Meğer kadının
kedisi yavrulamış. Üç yavrudan birini –üzerime çıkıp boynuma gömülen- alıp eve
döndük.
Sonrası iyilik güzellik.
Sonrası iyilik güzellik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.