Küçük bir çocuğun olanca kalpsizliğiyle dedeme, “yakında
öleceğin için üzgün müsün?” diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum. Altı-yedi
yaşlarında olmalıyım. Ben altı isem, dedem de o sırada yetmiş üçtür. 81 yaşında
ölmüştü; dün, 81’indeki Oliver Sacks’ın birkaç aylık ömrü kaldığını söylediği
ve bir nevi bizlere veda ettiği yazısını okurken, onu ve bu konuşmamızı
hatırladım. Dedem soruma önce tebessüm etmiş, sonra da hiç üzülmediğini, uzun ve
güzel bir ömür yaşamış olduğunu, örneğin, benim gibi akıllı bir torunu olduğu
için çok mutlu olduğunu ve hayatının herhangi bir dönemini baştan yaşama şansı
verilse bunu istemeyeceğini söylemişti: “Yaşadıkları ona yetmişti”. Otuz beş yıl
önce bu konuşmayı yaptığımızda, insan ömrü bugünkü kadar uzun değildi; dedem akranlarının,
akrabalarının birçoğunu kaybetmişti, kaybetmeye devam ediyordu. Bu insanlarla birlikte ondan
da bir şeyler eksiliyordu. Tıpkı Sacks’ın söylediği gibi.
Ben de, dedem gibi, yaşlandıkça yaşam gibi yaşama arzusunun da yavaş yavaş azalacağı ve kendiliğinden, belli bir tatminle son bulacağı duygusunu içimde taşıdım yıllar boyu. Şu anda bundan çok emin olmasam da, dedem öldüğünde onunla konuştuklarımızı hatırlamak beni son derece rahatlatmıştı. Onun adına müsterihtim. Oliver Sacks da aynı onun gibi, aşağıda linkini verdiğim yazısında içimize su serpmiş, bilgeliğiyle yol göstermiş.
Bu özel insanla ilgili bir yazı yazmayı uzun süredir istiyordum. Onu tek bir yazıda anlatmak çok zor, ama dün gece veda yazısını okuduktan sonra, en azından ilk yazıya başlamak istedim.
Ben de, dedem gibi, yaşlandıkça yaşam gibi yaşama arzusunun da yavaş yavaş azalacağı ve kendiliğinden, belli bir tatminle son bulacağı duygusunu içimde taşıdım yıllar boyu. Şu anda bundan çok emin olmasam da, dedem öldüğünde onunla konuştuklarımızı hatırlamak beni son derece rahatlatmıştı. Onun adına müsterihtim. Oliver Sacks da aynı onun gibi, aşağıda linkini verdiğim yazısında içimize su serpmiş, bilgeliğiyle yol göstermiş.
Bu özel insanla ilgili bir yazı yazmayı uzun süredir istiyordum. Onu tek bir yazıda anlatmak çok zor, ama dün gece veda yazısını okuduktan sonra, en azından ilk yazıya başlamak istedim.
Ben Oliver Sacks okumaya, Mars’ta Bir Antropolog kitabıyla
başladım, yanılmıyorsam. Sonra Karısını Şapka Sanan Adam geldi. İkisi de 1996-97
yıllarında yayımlanmışlardı. Nöroloji ve psikiyatriye ilgim de onun
kitaplarıyla bu yıllarda başladı ve devam etti. Sözünü ettiğim kitaplarda ve
genel olarak Sacks’ın çok çeşitli ilgi alanlarının odağında, kaza ya da
hastalık sonucu meydana gelen nörolojik bir değişimin bireyin düşünce ve davranışlarında
hangi değişikliklere yol açtığı ve kişinin yeni nörolojik koşullara nasıl uyum
sağladığı bulunur. Sacks kitaplarında, tıbbi vakaları edebi açıdan çok
keyifli aktarır. Böylece, aksi halde öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğreniriz;
üstelik bu şeyler, insana dair çok temel şeylerdir. Ancak Oliver Sacks elbette yalnızca
öğrenme aşkını tatmin ettiği için okunmuyor, sevilmiyor. Ve “bir kitap” değil, “bir
yazar” niçin ve nasıl sevilir? Yazarı sevmek opera omnia’sını sevmek midir,
yoksa yazarın kişiliğini sevmek midir? Sık sık üzerinde düşündüğüm bu soruları biraz
da Oliver Sacks özelinde araştırmayı istiyorum.
Önce çok genel bilgi: Oliver Sacks, hekim bir anne babadan 1933’te Londra'da doğmuştur.
Burada başladığı tıp eğitimini Oxford, California ve New York’ta sürdürmüştür.
1965 yılından bu yana New York’ta yaşamaktadır ve New York University School of
Medicine, Albert Einstein College of Medicine ve Beth Abraham Hospital gibi
kurumlarda çalışmıştır.
Birkaç bölümlü, uzun bir yazı olacak bu, hiç acelem de yok.
O nedenle öncelikle yoğun bir çalışma hayatı ile yoğun yazarlık faaliyetini
birlikte nasıl yürüttüğüyle ilgili kendi ağzından bir alıntıya yer vereceğim (Currey
2013: 212-4):
“Sabah beş civarında uyanıyorum; bunun için özel bir çaba sarf etmiyorum, uyuma uyanma döngüm böyle. Kırk senedir haftanın iki günü, saat altıda psikanalistimle görüşüyorum. Sonra da yüzmeye gidiyorum. Yüzmek beni her şeyden daha fazla motive ettiği için güne başlarken yüzmem gerekiyor, aksi takdirde meşguliyetim ya da tembelliğim beni alıkoyuyor. Yüzdükten sonra karnım aç eve dönüyor, büyük bir kase yulaf ezmesi yiyor, gün boyunca içeceğim birçok fincan çay, sıcak çikolata ya da kahveden ilkini yudumluyorum. Yazmaya kendimi kaptırıp çaydanlığın altını kapatmayı unutma ihtimalime karşı da elektrikli su ısıtıcısı kullanıyorum.Oliver Sacks'a duyduğum sevginin ipuçları bu alıntıda mevcutsa da, kişisel nedenlerden söz etmeden önce, onun neden önemli ve sevilesi olduğunu kitaplarından örnekler vererek yazmak istiyorum. Ama korkarım bu ikinci, üçüncü yazıların konusu olacak.
Ofise gider gitmez (ofisim ve evim birbirine bitişik binalarda olduğu için yol iki dakika sürüyor) mektuplarımı gözden geçiriyor, yanıtlamam gerekenleri yanıtlıyorum (bilgisayar kullanmadığım için mektuplarımı elde ya da daktiloda yazıyorum). Bazen görmem gereken hastalarım, her zaman da yazmam gereken yazılarım oluyor. Düşüncelerimi daktilo edebilmeme rağmen, genellikle kağıt kalem (Waterman dolmakalem ve uzun teksir kağıdı) kullanmayı tercih ediyorum. Fazla oturmak sırtımı ağrıttığı için çoğunlukla bir kürsünün başında, bazen de tabureye oturarak yazıyorum.
Kısa bir öğle arası veriyor, sokakta tur atıyor, birkaç dakika piyano çalıyorum; sonra da ringa balğı ve esmer ekmekten oluşan en sevdiğim öğle yemeğini yiyorum. Eğer yapabilirsem öğleden sonrayı yazarak geçiriyorum. Bazen koltuğumda uzanırken uyuyakalıyor ya da hayallere dalıyorum. Böylece zihnimin “rölantide çalışmasını” ya da “boşalmasını” sağlıyorum. Onun kendi kendine imgeler ve düşüncelerle oynamasına izin veriyorum; eğer şanslıysam, bu akışkan zihinsel süreçten yenilenmiş bir enerjiyle, karmaşık düşüncelerim netleşmiş halde çıkıyorum.
Akşam yemeğine erken oturuyor, çoğunlukla tabule salatası ve sardalye –ya da misafirim varsa suşi- yiyor, piyanoda ya da CD’den müzik –genellikle Bach- çalıyorum. Sonra “keyfi” okumalarıma başlıyorum: biyografiler, tarihçeler, mektuplar, bazen de romanlar... Televizyondan nefret ediyor ve nadiren izliyorum. Erken yatıp, genellikle onları yeniden düzenleyinceye ve (mümkünse) çözümleyinceye dek peşimi bırakmayan canlı rüyalar görüyorum. Rüyalarımı ya da gece aklıma gelen düşünceleri unutmamak için başucumda bir defter bulunduruyorum. Gecenin bir vakti, beklenmedik birçok düşünce aklıma geliveriyor. (Nadiren) gerçekten yaratıcı bir ruh haline büründüğümde, gündelik rutinimi tamamen göz ardı edip durmadan bazen otuz altı saat boyunca, bu ilham patlaması bir sonuca ulaşıncaya dek yazıyorum.”
Bugünlük yazıyı burada bırakırken, kitaplarıyla, yakından tanıdığım kanlı canlı biriyle geçirdiğimden daha fazla vakit geçirdiğim bir yazarın, Oliver Sacks’ın ölümüne neden çok da fazla üzülmediğimi soruyorum kendime; bu, hem aşağıdaki linkte verdiğim yazıda kendi ölümüne hiç de hayıflanmayışından, hem de aynı yazıdaki şu sözünden ötürü olmalı:
“When people die, they cannot be replaced. They leave holes that cannot be filled, for it is the fate — the genetic and neural fate — of every human being to be a unique individual, to find his own path, to live his own life, to die his own death.”
“...to die his own death.”... “...to die his own death.”...
Her insanın ölümü kendine özgüdür ve bu deneyimi ondan
başkası yaşayamaz. Ve biri öldüğünde kaybettiği şey, kendisinin en değerli şeyi,
“şimdiki zamanı”dır. Fiziksel olarak tanışmadığımız, hiçbir kişisel anıyı
paylaşmadığımız bir insanın ölümünde, o “şimdiki zaman”ın doğal olarak bizde
hiçbir karşılığı yoktur. Ölümü de mantıken hiçbir şey ifade etmemelidir; zira o
kişi, onunla kurduğumuz zihinsel ilişkide baştan beri olduğu şekliyle hayatımızda
yer almaya devam edecektir: Geçmişimizde ve geleceğimizde, ve onu okuduğumuz-düşündüğümüz
anlarda.
Yazınızı çok beğendim,benim için daha önce tanımadığım bir yazarı okumak,araştırmak için ilham kaynağı oldu.Sevgiler.
YanıtlaSilçok teşekkür ederim, çok mutlu oldum. sevgiler benden de
Sil