...
Gültepe'ye vardı ki dağın içinde bir pınar var. Başında çok iz var. Oraya bir evsin eyledi. Buraya bir av gelir diye beklemeye başladı. Avcı baktı ki, insan dese insan değil, ayı dese ayı değil. Bu cırtnavul diye hükmeyledi.
- Şu gelsin ellemem. Buna para bekçisi derlerdi. Şu parayı yokladığı yeri iyice öğreniyim. Ondan sonra bir kurşun sıkayım, dedi.
O demde Boran suyun başına geldi. Pınardan bir su içti. Derinden of diye bir iniledi. Elini yüzünü yudu. Gül tepesi denilen yerin başındaki taşın üstüne çıktı. Başladı sazını tın tın ettirmeye.
Avcı dedi ki:
- Bu cin olmaya cin ya, bu donunu değiştirip duruyor ya... Donunu değiştirmekle beni korkutamaz, dedi. Boran durup dururken türküye başladı. Bakalım ne demiş:
Ben de çıktım Gültepe'ye
Seyir ettim ellerine
Ağbaz ağbaz eller konmuş
Sevdiğimin çöllerine
Ağca cerenin sekişi
Sevdiğimin hub bakışı
Murat'ın coşkun akışı
Benzer gözüm sellerine
Gülüstanın gülü kokar
Hublar yanağına sokar
Murat derler bir su akar
Güvel konar göllerine
Hocam hocalar hocası
Okudum çıktım hecesi
Bu gün de bayram gecesi
Yar kına yaksın ellerine
Bunu diyen Deli Boran
Sevdiğine meyil veren
Şu işime sebep olan
Duman çöksün yollarına
"Deli Boran" deyince avcının aklına tıpadan düştü. Ayaklarını çıkardı dağa yukarı dırtmanı dırtmanı çıktı. Boran'ı arkadan ağrı hemen yakaladı.
Boran baktı ki kendini avcı tutmuş. Avcıya:
- Eline ayağına kurban olayım, beni koyver, dedi.
Avcı da dedi ki:
- Ulan vicdansız, elin kızı senin için gözlerinden kan döküyor. Dayım da senin için öyle yaslı duruyor.
Boran dedi ki:
- Avcı, ben bunlara inanman. Tabii beni öldürmekteki maksadı kendi alacaktı. Öyle ise yedi senedir beri ne Küpeli hatun kaldı, ne de Boran'ın acısı.
Avcı yemin etti.
- Vallahi Küpeli de bir yere gitmedi. Dayın da seni öldürmek emelinde değil. Senin için ah dedikçe tütünü burnundan çıkıyor. Böyle olduktan keri seni ölsen değil, çatlasan gene götürürüm.
Elini arkasına bağladı. Boğazından da bir örme bağladı.
Dedi ki:
- Eğer seni öldürecekse, gider görürüm. Senin için buraya yerleşip seni dağda beslerim, dedi.
Avcı bunu çekerek, evine doğru yürüdü. Halakanın itleri başına çoktular. Bu adam çadırına eletti. Çadırın direğine bunu iyice bağladı, Avradına tenbih eyledi:
- Sen bunu kaçırırsan seni öldürürüm, dedi.
Avrat fukara korkusundan ne çadırı terkedebiliyordu, ne Boran'ın yanına varabiliyordu. Avcı beyin yanına vardı. Baktı ki Irışvan oğlunun gözlerinden akan yaşlar dolu gibi gidiyor.
- Aman beyefendi, hasta mısın? Yoksa bir ağrır yerin mi var? Ne diye ağlıyorsunuz? dedi.
- Yahu avcı, dedi, ben ağlamayım da kimler ağlasın, dedi. Görüyon mu şu elin kara saçlısını, çok yok çocuk yok, böyle gözyaşı döküyor. Babası evine salıcıyım gitmiyor. Boran'ın öldüğüne kanaat getirmeyince gitmem diyor. Ne var avcı, sen de gezdiğin yerlerde bir adam üleşi bulabilirsen getir. Şu avradı başımızdan defedelim, dedi.
Avcı dedi ki:
- Efendim bunu şayet bulsam, bunu emelin öldürmek mi?
Irışvanoğlu dedi ki;
- Yahu avcı, öldürme değil, bu adamı öldürmeyi şuraya koy, bundan başka benim mirasçım yok. Bu adam hiç mi değil benim elimin altında terbiye olursa, benim yerimi issiz etmez diye umudum var idi. Allah sebebine koymasın, dedi. Şimdi elime geçerse bütün servetimi ona vereceğim.
Avcı hiçbir lafa varmadan ordan çıktı. Irışvanoğlu da arkasından:
- Dediğim haa... Dediğim haa... diye çığırdı.
Avcı eve vardı, Boran'a dedi ki:
- Ulan, yavrum, senin için dayın kan yaş döküyor. O Küpeli hatun da saçlarını yolup ağladıkça, yürek böbrek koymuyor. Seni götüreceğim, dedi
Boran dedi ki:
- Avcı kadan alayım, beni dayım nasıl olsa öldürür. Gel koyver de başımı alayım da gideyim.
- Ulan yavrum, seni öldüreceğini bilsem, beni dünya malına garkeyleseler seni götürmem. Fakat ölmiyeceğine kanaat ettim:
Boranın sırtını başını yüzünü tıraş eyledi. Ayağına şalvarını verdi. Sırtına abasını giydirip, bileğinden sıkıca tutarak Irışvanoğlu'nun yanına getirdi.
- Aha düşmanın, aha kılıcın, elinle öldür bey, dedi.
Irışvanoğlu Boran'ı görene tekli, gözlerinden öpüp:
- Yiğenim, bütün servetim senin olsun. Bana hakkını helal et, dedi.
Halk Boran tutulmuş diye, Irışvanoğlu'nun çadırının altına geldi.
Dedi ki:
- Yiğenim sana ne sebep oldu da kaçtın? Şu sebebi söyle de ben de anlayım, dedi.
- Dayım, sazınan mı söyleyim, sözünen mi söyleyim, dedi.
- Yiğenim, eğer sazınan söylersen daha memnun olurum, dedi.
O demde beğ kalan Irışvanoğlu, hiç kimse bir yere kımıldamıyacak diye, güvendiği adamlardan nöbetçi dikti.
Aldı bakalım Boran başından geçen hikayelere ne dedi.
Efendim efendim Irışvanoğlu
Aşkın elinden de ciğerim dağlı
Yedi yıldır beri kollarım bağlı
Gümanıma bu günler de çözülür
Bu beyti söyleyince, Irışvanoğlu'nun daha yüzüne gelmeyen Küpeli hatun, Boran'ın sesi kulağına gidince, çadırın sıtırını yararak meydana çıktı. Boran'ın gözü gözüne ras gitti. Boran bunu görünce türküsüne devam etmeye başladı.
Odanda çalınsın alışkın sazlar
Bahçende yayılsın kumrular kazlar
Gördü gene Küpeli'yi şu gözler
Ah ettikçe kara bağrım ezilir
Efendim efendim benim efendim
Elbet günlerinde gamsız gezilir
Ben de hizmetinde kusur m'işledim
Şeytan var arada yoldan azılır
Boran'ım derkine böyle mi olur
Aşıklar öğüdün ustadan alır
Af eyle kulunu efendim n'olur
Beyte gitmiş gibi sevap yazılır
Böyle dedi.
Dedi ki:
- Pekiyi yiğenim. Aradaki şeytan kimse, aradaki şeytanı dilden söyle, dedi.
Dedi ki:
- Dayı, sen o gün bana üç gün izin verdin. Sonra çadırdan ayrılınca bölük kabadayısı geldi dedi ki, yavrum dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısadır, dedi. Üç gün izin de ben aldım, git altı günden gel, dedi. Altı gün sonra ben gelirken bir adam ras geldi. Bu davul niçin döğülüyor, diye sordum. Ulan yavrum, dayın seni öldürecek de onun için davul döğdürüyor, dedi. Aman beyler diyeceğine, sapa dağlar de, başını kurtar, dedi. Ben oradan kaçtım. Gültepesi'ne yerleştim. Meyve zamanı meyve yedim, ot zamanı ot yedim. Çok zaman da açlığınan geçti günüm. Sebebinin kim olduğunu bilmiyorum.
Irışvanoğlu:
- Senin sebebini ben bildim. Şu bölük kabadayısını getirin, dedi. Bölük kabadayısını getirdiler.
Dedi ki:
- Senin kafanı vurdurmam. Seni efrin cefrin öldürürüm, dedi. Bir katır getirdiler. Bölük kabadayısını boğazından bağladılar, katırın kuyruğuna. Ordaki olan çocukların eline birer teneke verdiler. Katırı koyverip, çocuklara tenekeyi çalın dediler. Tor katırın arkasında parça parça ettiler. Yeniden kırk gün toy düğün etti. Yeniden nikah yaptırıp, onlar yeyip içip mırazını aldı. Siz de alasınız.
(Kadirli, Harkaçtığı köyünden İsmail Uz'dan derlenmiştir.)
Derlenmiştir de, nasıl derlenmiştir?
Abidin Dino, Milliyet Sanat Dergisi'nde, 5 Şubat 1979'da şöyle anlatıyor:
"Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide bir kopup gelir Adana'ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kağıtlar üzerine yazılmış.
...
Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma.
Kurtarmak gerekti Çukurova ve Toros doğasının, insanının söz serüvenini.
Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini 'avlıyordu'. Folklor derlemesi falan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova'nın, sorumluydu kurda kuşa karşı, şaka değil.
..."
Sadece kilometrelerce yürümek meselesi de değildir elbette, halka büsbütün yabancı birinin bu derleme işini başaramayacağını kendi birkaç günlük sözlü tarih çalışmamdan biliyorum. Köylü yabancı biriyle konuşmaz. Yani konuşur konuşur da, hiçbir şey söylemez. Vermeden almak da allaha mahsustur bir tek. O da veriyordu önce:
"Bir köye gittiğinde, Köroğlu anlatmakla işe girişiyordu. Köylü, 'Aşık Kemal gelmiş' diye başında toplanıyordu. Anlatıp bitirince, "Şimdi de siz anlatın bakalım," diyordu. Ne anlatılırsa defterine geçiriyordu..."Bu hikayeyi tekrar okuduktan ve buraya aldıktan sonra, fazla da bir şey değil ya, halk hikayesi üzerine bildiklerimi bu hikayede sınamak istedim. Hikaye hem belirlenen evrensel özelliklere, hem de özel olarak Anadolu hikayelerinin, masallarının özelliklerine bire bir uyuyordu.
Hikayenin içeriği, bu hikayenin uzman bir hikaye anlatıcısı tarafından anlatıldığını ortaya koyuyor. Hikayedeki kişiler türkü söylemekten imtina ediyor. Türkü söylemenin ve saz çalmanın -en azından bir topluluk önünde- "aşıklara" bırakıldığı (abdalların -her ne kadar hikayede "aptallar" yazımıyla geçse de- bu işin uzmanı sayıldıkları anlaşılıyor; etimolojisini araştırıp yazıya post script olarak ekleyeceğim) açıktır.
Hikayedeki zaman kullanımı tesadüf değil. Masallarda alıştığımız -miş'li geçmiş zaman burada kullanılmıyor. Çünkü hikayeyi anlatan, dinleyiciye sanki kendi yaşamış, tanık olmuş gibi aktarıyor. Bu da anlatımı dinleyen için hikayeyi "gerçeklik" haline getiriyor ki, benimsenmenin ve kalıcılığın ön koşuludur.
Hikayenin içinde onlarca kalıplaşmış ifade, deyim, türkü, adet, gelenek ve inanış var; halk hikayelerinin de toplumsal belleğin aktarılma aracı olduğunu da biliyoruz; bundan dolayı hikayeler artık bana tıpkı, geleceğe iletmeye çalıştığımız genetik materyalleri koruyan ölümlü bedenlerimiz gibi görünmeye başladı: Hikayeler, her biri yapı bakımından birbirine çok benzeyen, akılda kalmaları için bolca tekrar ve çarpıcı unsurlar içeren zarflar gibiler. Asıl iletilmek istenenleri içlerinde taşıyorlar. Bu asıl iletilmek istenenler ise, bir toplumun kültür varlığının neredeyse bir seferde hemen hepsini kapsıyor.
Özellikle de gençler için eğitim (adetler, gelenek ve görenekler; bir toplumun ahlaki yargıları ve doğrularının belletilmesi) ve yasak savma (gerçekte toplumda yasak ya da uygunsuz olan öpüşme, sevişme gibi evlilik dışı eylemlerin -ayrıca kaçma, yalnız başına çocuk dünyaya getirme- hikayede "yaşanması" ve bunların kötü sonuçlarının "deneyimlenmesi") işlevleri var. Bunun yanı sıra hikayeler, sınıfsal farkların keskinliğini, fiziksel ve nesile ait farkların kontrastını yumuşatmaktadır; zengin-fakir, saygın-itibarsız, genç-yaşlı ve güzel-çirkin karşıtlığındaki kavramlar hikayede kolayca yer değiştirebilir durumdadır. Böylece toplumsal aidiyet ve anlayış güçlenecektir.
Eh, dinlerken ya da okurken eğlenmediğimizi de kim söyleyebilir? Daha ne olsun. Zaman içinde değişen ve aktarılan her şeyde işbaşında olan evrim sağolsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.