Bu aslında elektronik bir günlük, değil mi, yani şu blog. Elektronik de ne demekse,
google'a baktım. Hiçbir şeyi es geçemiyorum.
[Elektronik, elektrik kullanarak bilgi işleyen, taşıyan veya depolayan elemanları ve sistemleri inceleyen bilim dalıdır.]
Yani her neyse, bu bir günlük.
O yüzden bugün sabah kalkmamdan itibaren ne yapıp ettiğimi, ne düşündüğümü yazacağım buraya. Böylece bunları okuyanlar (kendim dahil; aslında özellikle de kendim, bilhassa kendim, galiba sadece ben) son günlerde ne olup bittiğini anlayabilecek, diye düşünüyorum.
Saati 8:50'ye, 9'a, 9'u 10 geçeye, 20 geçeye ve en son da 9:30a kurmuştum. 9u 10 geçe uyandım ama galiba 10a 10 kalaya kadar oyalandım. Belki arada tuvalete gitmişimdir, belki kombiyi açmışımdır, çayı koymuş da olabilirim ama resmi olarak kendimi 10a kadar kalkmamış kabul ettim.
Güneş dün bir ara kahvaltıda krep istediğini söylemişti, onu hazırlamaya başladım: 2 yumurta, 1 bardak un, 1 çeyrek bardak süt, zeytin yağı, bir çimdik tuz.
En geç 10da kalkmam lazım da demişti; ödevleri ancak yetiştirebilecekmiş, birkaç kere seslendim, öptüm, yanına yuvarlandım, sarstım, ama 10:40 gibi ancak kaldırabildim.
11 gibi kahvaltı ettik. Üzerine kahve içtik. Sonra o ödev yaptı, ben biraz kitap okudum, sofrayı topladım, bulaşık, ortalık toplama derken vakit çabucak geçti ve 13:30da çıktık.
Minibüse bindik, Güneşe yer bulduk, 10 lira 25 kuruş verip para üstü olarak 5 tane madeni 1 lira aldım, 1 tanesi bayraklı çıktı. Biraz sonra şoför sigara yaktı, ben söndürttüm. Çok özür dilerim, dedi eşkiya kılıklı herif. Genelde böyle diyorlar ve hemen sigarayı atıyorlar. Bir şekilde şikayet edilip (kanıtlaman gerekmez mi? plakayı şikayet etmek yetiyor mu ki?) ceza ödemekten korkuyorlar. İlginç.
Küçükyalı'da trafik tıkalı olmadığı halde caddeye paralel bir sokağa girdi, mahalleli herifi az daha dövecekti, biri kadın biri erkek 2 ayrı kişi durdurdu, neden bu sokağa giriyorsun, defol git, diye bağırdılar. 15 gün önce bu sokakta birini ezdiniz defolun gidin diye arabaya vurdular. Şoför, siz de çok şeysiniz, yani, diye karşılık verdi, alçak sesle.
Güneş'le birbirimize baktık, pek de oralı olmadık. Büyükşehirde insan hemen hiçbir şeye şaşırmıyor. Şaşırmıyor deyince aklıma iki şey geldi, biri, dün televizyonda "Siyah Giyen Adamlar 2" filmindeki bir sahne. Dev bir solucan metro vagonlarını ısırmak için hızla takip ediyor, Will Smith de camı kırarak girdiği vagonda bulunan yolculara "bir elektrik arızası var, öndeki vagona geçer misiniz" diye bağırıyor, kimse umursamıyor. Ne zaman ki solucan vagonun yarısını ısırıp koparıyor, o zaman kaçışıyorlar. İkincisi de şu, demin yazmayı unutmuşum, bu sabah Güneş, "dün aldığımız çikolatalardan bademli olan nerede" diye sordu, olabileceği yerlere baktım, bulamadım. Galiba markette kasada unuttuk, dedim. Birden bir ter boşandı. Sonra baktım, yerde bez alışveriş çantası, çikolata da içinde. Masaya oturdum, Güneşe, "altı üstü 3-4 liralık bir çikolata, unutsak ne olur, düşürsek ne olur, ama elimde olmadan bunaldım, birden bir ter boşandı", dedim. "Bu aralar her şeyi biraz ağırdan almak istiyorum. Hiç değilse bu hafta sana her gün gelmeyeyim. Mesela yarın gelmeyeyim, Salı günü geleyim. Çarşamba zaten kurs var, Perşembe de gelirim". "Tamam" dedi evladım, "tabii ki". "Sanırım fiziki hareketlilikten çok, bir yerden ötekine yetişme düşüncesi ya da birbiri ardına bir yerlere gitme silsilesinin fikri beni rahatsız ediyor (ya ne arkadaşlarım var, benimkinin kaç katı işi bir güne sığdırıyorlar, birkaç çocukları var, her şeye yetişiyorlar, seyahat ediyorlar, hepsini her işi herkesi idare ediyorlar, benim gündemim ne ki onların yanında, ama gel gelelim durumum bu) bunalsam da öleceğimi de bilsem mecbur hissettiğim şeyleri yapmak zorunda olmam beni yoruyor bu aralar" dedim. "Ayrıca 3-4 liralık bir çikolata için ter basması... " durdum, bunu tarif edecek bir kelime bulamadım, sonra "ayıp bir şey bu, ama elimde değil" dedim. "Sadece bu aralar değil, sen hep böyleydin, hem 'ayıp bir şey bu' demen, biraz fazla", dedi. Haklıydı; 13 buçuk yıllık ömründe beni benim kendimi tanıdığımdan daha iyi tanıyabilmesi... bu da biraz fazla. Fazla mı değil mi... Şu anda bilemeyeceğim.
Birkaç dakika gecikmeyle kursa bıraktım Güneş'i. Trafikte dur kalk dur kalk, indiğimizde ikimizin de midesi bulanmıştı. Aklım kaldı biraz, derste ne yapacak diye. Saat 7ye kadar ders, nasıl dayanacak. Girerken yiyecek bir şey de aldırmadı.
Doğrudan Akmar'a Zihni'ye gittim. Dışarıdakilere geçen hafta bakmış, bir şey bulamamıştım, daha doğrusu bulmuştum ama kondüsyonları çok kötüydü, almamıştım. Baktım bir sürü yeni şey gelmiş, ama tek tek aramaya üşenip içeri daldım. Genelde oturduğu yerden hiç kalkmayan, bir şey sorunca da lütfen cevap verenlerden siyah saçlı olanının, bu kez "siz daha çok caz alıyorsunuz değil mi, şu arkaya da baktınız mı" diyesi geldi. Ben hakikaten de gösterdiği yere hiç bakmazdım, sanki tezgah arkasına geçmek gibi geliyordu, meğer bakılıyormuş oraya. Charlie Byrd peylemiştim bir tane, arkadan 2 tane Sergio Mendes 1 tane de Mongo Santamaria buldum, kondüsyonları gayet iyi, fiyatları makuldü. Çıkarken saatime baktım, 1 saatten fazla zaman geçirmişim içerde, hiç fark etmeden.
Eve gelirken birkaç market dolaştım. Neden? Çünkü eğer 2 lira bile olsa ederinden fazla fiyatta olduğunu düşünüyorsam, alamıyorum bir şeyi, nerede düzgün fiyatlandırılmışsa oradan alıyorum.
Eve geldim, bir şeyler atıştırdım, metroda oldukça ilginç bir makaleye başlamıştım, ona devam ettim biraz. Plakları dinledim sırayla. Yemek yaptım: mor lahana, soğan ve elmayı birlikte kavuruyorsun. Nar ekşisi, tuz, karabiber ve tarçın.
Ne bileyim vakit geçivermiş. Birkaç saat, yine fark etmeden. Son günlerde bu böyle. Demolition diye bir filme takıldım tivibu'da. Bazı yerlerini düşüncelerimle boğuştuğum sırada kaçırdığımı fark ettiğimden geri alıp alıp izledim. Uzun zamandır izlediğim en iyi film olduğunu düşündüm. Sanırım yakında bir daha izlerim. Aralarda hıçkırarak ağladım. Esra öldüğünden beri ağlamamıştım (Omar'a ağladığımı söyledim ama doğru değildi), hatta geçen gün kendimi ölmeye yakın hissettiğimde de ağlamamıştım. Gerçi kendi ölümüne niye ağlayacaksın, korkudan mı; üzülecek misin, ölüyorum diye? Belki çocuğun geride kalacak diye. Bilmem? Böyle yazmak geldi içimden.
Geçen perşembe sabaha karşı 2de, ağrıyla uyandım, zaten uykuyla uyanıklık arasındaydım. Tansiyonumun hızla yükseldiğini anladım, sanki şöyle oluyor: düdüklü tenceredeki buhar basıncının artması gibi. Dakikalar içinde 15, 16, 17ye çıktı. Bu arada limonlu su içip kafama buz koydum, meditasyon yaptım. Yüzüm uyuşuyordu, fenalık gelmişti, kendimi kaybedecek gibi oldum. Telefon edip taksi çağırdım. Hastanede 185e 112 idi tansiyon ve çıkmaya devam ediyordu. Ölçen makinenin alarmı çalmaya başladı. İki dilaltı birden ve damar yoluyla ne olduğunu bilmediğim bir ilaç. 45 dakika sonra hala pek kendimde değildim, tansiyonum da 17ye 10dan aşağı düşmemişti. O zaman yatırdılar, serumla bir ilaç daha verdiler. Saat sabah 6da ancak 13e düştü. Dört gün içinde acilde geçirdiğim üçüncü gecemdi. Büyük bir bıkkınlık hissettim. Başka hiçbir şey. O günden beri ilaçlarımı alıyorum -zaten aksatmıyordum- tansiyonum da gayet normal. Ama saçma sapan yerli yersiz bir duygusallık, ağlamaklılık, donukluk oturdu içime.
Anlamsızlık.
Şu an saat gece yarısını geçti. Bir haftadır işe gitmiyordum, yarın sabah 6da kalkmak gereken bir iş günü. Nasıl uyanıcam ki, hiç uykum yok. Tansiyonum kaç? Çantam hazır mı? İlaçlarım nerede? Yarın ne giyeyim? Ne yiyeceğim? Güneş'e gitmiycem dedim ama gideyim, diyorum.
Bugün olanlar ve olanlar hakkında düşündüklerim bu kadar.
Not: Baştaki fotoğrafı bugün bir yerde gördüm, ilginç geldi diye koydum, konuyla alakasız. Acaba bir işyerine mi asılı, herhalde öyle. Her gün ona bakarak çalıştığını düşün.