18 Mart 2016 Cuma

Isherwood (1904-1986)



Dün tanıştım kendisiyle. Meğer 30'lu yıllardan beri buralardaymış :)

Hoşça Kal Berlin'i aldım dün, Kadıköy Yapı Kredi'den. Hitler öncesi Berlin'i, bugün tamamen yok olmuş olan Berlin'i anlatan bir roman.

Kitabın isminden ve şu diyalogdan dolayı almıştım:
-"Arkadaşınız,  bize sizin bir yazar olduğunuzu söylüyor?"
-"Gerçek bir yazar değilim," diye itiraz ettim.
-"Ama bir kitap yazdınız? Evet?"
Evet, bir kitap yazmıştım.
Yakınlarda yazdığım bir blog yazısında, iki doğaüstü inancım olduğunu söylemiştim; hani şu bi gün bana piyango vuracağına ve sezgilerimin beni yanıltmayacağına olan inancım. Bir tane daha vardı, unutmuşum. O da şu: Bir konuya yoğunlaştığımda, tesadüfen onunla ilgili şeyler görmeye başlarım. Hayır, algıda seçicilik değil :)

Mesela:

Bugünkü zoraki tatilde, geç kalktım, uzun bir kahvaltı ettim ve bir film izleyeyim dedim. Birkaç hafta önce, 2. el birkaç dvd aldıydım. Birini seçtim. Tek Başına Bir Adam diye çevirmişler; Colin Firth'ün oynadığı, ödüllü bir film. Meğer Isherwood'un aynı adlı romanından uyarlamaymış. Filmi çok beğendim, hemen koşup YKY'den romanını da aldım.

Elbette.

Sonra Starbucks'ta, bir kertenkele gibi güneşlenerek -sanki enerjimi direkt güneşten alır gibi- biraz okudum şu iki Isherwood'u. Hep aynı yere oturmak biraz manyakça olsa da gerekçem var! Burası hem deniz görmediği hem de dar bir yerde olduğu için genelde boş oluyor. Bence manzarası da denizden daha güzel. Sokağa bakıyor.

Evet.

Güçlü güneş ve Isherwood, birlikte olunca orgazma benziyor.

17 Mart 2016 Perşembe

Crying Out Love in the Center of the World





Yanımda ve karşımda, biri İtalyan biri de Türk asıllı iki Alman çift oturuyor; cep telefonlarından, Pavarotti'nin söylediği, "ti voglio bene assai"i dinliyorlar. Yüksek sesle, gözlerini kapatıp birbirlerinin ellerini tutarak eşlik de ediyorlar.

Arkada, bir grup Arap turist, kabak/havuç soyacağı satan adamın her cümlesinden sonra, tek kelimesini bile anlamadıkları halde bir ağızdan "oooo" diye bağırıp gülüyorlar.

Sonra, karşımda bir Arap çift daha var; adam, kadının şalının altından göğüslerini okşuyor, sonra da sanki dünyanın en normal şeyiymiş ve kimse görmüyormuş gibi kayıtsızca etraflarına bakıyorlar :)

Çocuklar koşuyor sonra, çaylar höpürdetiliyor, selfieler çekiliyor, martılara simit atılıyor.

Deniz, muhallebi kıvamında ve güneş, tarçınmış gibi serpiliyor denizin üzerine. Sarı, kızıl ve yoğun renkler.

Bir yere varmak için binilmemiş bu sürreal geminin neşeden ve aşktan yapılmış yolcularını gören birini, dünyada başat olanın savaş, yıkım ve yoksulluk olduğuna inandırmak zor.


*


Yine inanılması güç bir şey oluyor, ben bu delilerin arasında olduğum halde kitabımın satırları arasına dönebiliyorum:


"...Bugün bile hala annenize erkek ve Kızılderili olarak doğmadığınız için öfkelisiniz. Beş yaşındayken Karl May'i okudunuz ve Kızılderili olmak istediniz. Kilimlerden bir Kızılderili çadırı yaptınız ve oyuncak bebeklerinizin kafa derilerini yüzdünüz. Çocukların çoğunlukla hiçbir şey okuyamadığı bir yaşta eski çağların efsaneleri sizi içine çekti. Sonraları, okulda sıranın altında Dostoyevski okudunuz. Arkeolog ve sanat tarihçisi oldunuz ve dolambaçlı yollardan geçtikten sonra bugün de bir bakıma arkeologsunuz. Keşifler yapıyor ve bir şeyler ortaya çıkarıyorsunuz. Bir okul arkadaşınız size şair olduğunu ileri süren sevimli bir serseriden söz etti. Bir okul defterine elyazısıyla bir tiyatro oyunu yazmıştı ve arkadaşınız edebiyattan bir kelime anlamadığı için sizden okumanızı istedi; eğer piyes iyiyse adamla bir ilişki yaşamak istiyordu. Piyesin adı "Baal"dı. "Beni dinle", dediniz gece defteri okuduktan sonra, "o Almanya'nın en iyi şairi olacak!" O zamanlar şair kendisine Bertolt değil de Eugen diyordu. Yıl 1921'di."

*


Ve hatta, şunları düşünmeye bile fırsat bulabildim:

Evet, gücü seviyorum. Hem de çok seviyorum, doğru. Ama bir tek şiirlerde. İnsanı omuzlarından tutup sarsan, gözlerinin ta içine bakan şiirlerde. Celan'ın, Brecht'in, Bachmann'ın şiirleri gibi şiirlerde. Seviyorum, masaya yumruğunu vurur gibi ifade edilişini: sevginin ve coşkunun.

10 Mart 2016 Perşembe

Buzda Yürüyüş: Münih-Paris



Herzog,
"1974 yılının kasım sonuna doğru Paris'ten bir arkadaşım beni arayıp Lotte Eisner'in çok hasta olduğunu ve muhtemelen öleceğini söyledi. Olamaz, dedim, şimdi ölemez, Alman sineması şu an onsuz yapamaz, bu önemli kadının ölmesine izin veremeyiz. Bir ceket, bir pusula ve gerekli malzemelerle dolu bir kamp çantası aldım. Çizmelerim o kadar sağlam ve yeniydi ki yüzümü kara çıkarmayacaklarına emindim. Yaya olarak oraya ulaşırsam onun hayatta kalacağına dair sağlam bir inançla Paris'e giden en kestirme yola koyuldum. Zaten kendimle baş başa kalma ihtiyacı da duyuyordum."
diye açıklıyor önsözde, kitabın tohumunu. Kitap, bu yolculukta tutulan notlardan ayıklanarak düzenlenmiş.

Herzog yola çıktığında 32 yaşındaymış. Onunla hiçbir özdeşlik kurmasam da, 32'nin cazibesine kapılmamam imkansız. 32, hayatımda aklımda kalan tek yaşım. Hayatımın geri kalanının geri dönülmez biçimde değişip tepetaklak olduğu yıl, bir kırılma noktası. 

Herzog'un kitabında çok tuhaf bir şey var. Bunun neden böyle olduğunu bulmak istedim. Herzog hayranı olmadığım için, daha doğrusu sinemayı sevmekle birlikte bilinçli ve özel merakı olan bir izleyici olmadığım için Herzog'u ve filmlerini pek bilmiyordum. Birkaç yıl önce festivalde izlediğim "Cave of forgotten dreams" aklımda yer etti yine de. Evet, ne diyordum, onu tanımadığım için vikipedi'ye baktım, "'Yeni Alman Sineması'nın mistik ekole sahip önemli sinemacısı. 5 Eylül 1942 Münih, Almanya doğumlu. Bavyera'nın bir köyünde büyüdü ve on üç yaşına geldiğinde, ailesi ve Klaus Kinski ile Münih'te bir apartman dairesinde yaşamaya başladı. Daha sonraları bu konuyla ilgili olarak, "O an için, bir yönetmen olacağımı ve Kinski'nin oynadığı filmleri yöneteceğimi biliyordum" demiştir. 1960'lı yılların başında, ilk filmlerini finanse edebilmek için bir çelik fabrikasında kaynakçı olarak çalışmıştır." diyor. Heh dedim, kitabı tanımlayan ilk anahtar sözcük bu: 'mistik'. Mistikten ne anladığınızı bilmiyorum ve burada tartışmaya kalkarsam çok dağılırım ve uzar. Benim için mistik olan birkaç şey vardır, belki "inandığım" şeyler demeliyim: Bir tanesi çok komiktir, ölmeden önce mutlaka bana piyango vuracağı hissi :))) Bir diğeri, sezgilerimin güçlü olduğunu ve beni yanıltmayacaklarını düşünmem vb.

Her neyse, kitapta iki şey var. Bir kere, bu bir metin değil, bir film. İkincisi, 'iç'inden bahsetmeden yaptığı yolculuk, bir iç yolculuk ama onunki değil, bizimki, okuyan kişinin iç yolculuğu. Velhasıl çok tuhaf. Ama çok güzel. Bunu şöyle tarif edebilirim: diyelim bir önceki okumada 40. sayfada kaldım değil mi, başlıyorum 40'tan okumaya. Okuyorum, okuyorum, zaman geçiyor, geçiyor, ayırdığım süre tükenip kitabı kaparken bir bakıyorum ki 43. sayfadayım :)

Örneğin şöyle yazmış:
"Eisner'imiz ölmemeli, ölmeyecek, buna izin vermeyeceğim. Şu an ölüyor değil çünkü ölmüyor. Şimdi değil, hayır, buna hakkı yok. Kararlı adımlarımın altında yer sallanıyor. Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahata çekiliyor."
Ya da şöyle:
"Kar sessizliği; tarlaların siyahlığı karların altından beliriyor. Genkingen'de kapılar yıllardan beri rüzgarda çarpıp duruyor. Artık tütmeyen bir tezek yığınının üstünde serçeler gördüm. Eriyen kar damla damla bir oluğa akıyor. Bacaklarım yürümeye devam ediyor."
Ya da şöyle:
"Tailfingen;...Bütün gün bir duraklama halindeyim, hareket yok, düşünce yok, sekteye uğradım. Şehir berbat, epeyce endüstri, keyifsiz Türkler, sadece tek bir telefon kulübesi var. Bir de çok yoğun bir yalnızlık hissi. Ufaklık şu anda battaniyesinin kenarını sıkıca tutmuş bir şekilde yatakta olmalı. Öğreniyorum ki filmim bugün Leopold'da gösteriliyor, adalete inanmıyorum."
Şuna bakın:
"Yol kenarındaki sigara paketleri çok ilgimi çekiyor, özellikle de ezilmedikleri zaman; o zaman hafifçe şişip bir cesede benziyorlar, köşeleri artık o kadar sivri olmuyor ve nemin soğukta su damlacıklarına dönüşmesi yüzünden etraflarındaki naylon içeriden buğulanıyor."
İşte:
"Yalnızlık bugün önümden batıya doğru uzandı ama görüşüm perdelenirken o kadar ilerisini göremedim. Boş bir tarladan havalanan kuşlar gördüm, sayıları gittikçe arttı, ta ki gökyüzü onlarla kaplanana kadar ve onların yerin rahminden, yerçekiminin geldiği o müthiş derinliklerden geldiklerini gördüm. Orada patates madeni de bulunabilir. Yol o kadar sonsuz ki içimi bir korku kapladı. Geçen hafta boyunca yağmur ve sisli gri, güneşin yerini bile tahmin etmemi imkansız kıldı. Brienne'e varır varmaz insanlar birden saklanmaya başladılar, sadece ufak bir bakkal yanlışlıkla açık kaldı. Sonra o da kapandı ve o zamandan beri kasaba ölüme terkedildi. Bu kasabanın üstünde işlenmiş demir parmaklıklarla heybetli bir kale duruyor: Tımarhane. Bugün kendi kendime 'Orman,' dedim sık sık, hakikat bizzat ormanın içinde geziniyor."

Yolculuk kaç gün sürdü? Sürdü mü?

Yaşatmak için ona doğru yürünen Eisner vaktinden önce öldü mü?

Soruların cevabını kitabı okuyanlar öğrenecek.