30 Ekim 2016 Pazar

siyah sert Berlin ve benim Berlin'im 1-



"...ikincisi bir tür içbahçeye açılıyor ve bir dolu pencere, karşı-pencere görüyor, inanılmaz bir sessizlik hüküm sürüyor burada."

Berlin'deki konak yerlerimin ilki, arkadaşımın yazları kazıda olduğu için kullanmadığı eviydi; Berlin Schöneberg, Gotenstrasse 11'deki bu daireyi üç ay boyunca kiralamıştım. Aynı Enis Batur'un anlattığı gibi, iç avluya bakan ve karşılıklı bir sürü pencerenin birbirini gördüğü, sessiz, çok sessiz bir ev. Bu sessizlik zaman zaman piyano egzersizi yapan biri tarafından bölünürdü. Bu egzersizler oldukça üstdüzeydeydi, konser dinliyormuşçasına haz veriyordu insana. Ve İstanbul'da olmadığını hatırlatıyordu. Hem bu müzik ziyafetlerine, hem de çoğu perdesiz olan pencerelerde görünen, sıcak Berlin gecelerinde evlerinde çırılçıplak gezen insanlara alışık değiliz :)

"Benim yaşımda, yazı serüvenimin şu aşamasında, yazılamamış bir kitap (daha) ölüm değildir sonuçta, hem düşüşse, koskoca şehirler düşüyor günü geldiğinde, bir kitap düşecek olsa, çıkardığı sağır sesi kim duyacak?"

Bir yıl boyunca beklediğim üç aylık Berlin tasavvurum yararcı anlamda tam bir fiyasko oldu; elbette bunun Berlin'le bir alakası yok. Belki de var. Şimdi bunca zamandan sonra doğru değerlendiremiyorum; araya zaman girdiği için değil -ki bu şeylere mesafe almak açısından gerekli- belki de çok zaman girdiği ve ben zamanında bu değerlendirmeyi yapmadığım için. Berlin'de yaşam o kadar rahat, müzeler o kadar çeldirici ve biralar o kadar ucuzdu ki :) Şaka şaka. Her şakada gerçek payı olsa da. Şimdi kısaca, 2013 Haziran'ı coşkusu, olağan panik hissi ve yine olağan derdim hedef dışı okuma-yazma olarak özetleyebilirim fiyaskoyu.

"...Yaralı bir kent. Otto Dix'in sargılı askerlerini çağrıştırıyor. İyileşecek sonunda, sargıların altından taze, yenilenmiş bir yüz çıkacak. ...şimdi hayalet-sokak ve alanlarla hayalet-bina ve insanlar dolduruyor kenti. Oysa bu aura da kaybolacak sonunda: Kimsenin aklından Benjamin'i aramak geçmeyecek bir köşede."

Kapı önlerindeki pirinç plakalar, müzelerdeki -aslında böyleydi- şehir planları, fotoğrafları, toplama kamplarının listelendiği tabelalar... ikinci dünya savaşı ve onun kısa bir süre öncesindeki olayların üzerinden pek az zaman geçmiş olduğu hissini veriyor. Bunun yanında, Otto Dix'in sargılı askerinin Paris'te oluşu, sonra söz gelimi Troya hazinelerinin St. Petersburg'a uzanan yolculuğu ve Benjamin'in kitaplarını kitapçılarda kolaylıkla bulamıyor oluşumuz... Yaralı kent, evet. Yaralanmış ve yaralanan.

"Yazmak bir bakıma halı örmekse, tastamam öyle de değil: Masaya oturanın asıl yumakları kafatası kutusunun içinde."

Belki de Berlin'deki yazma hüsranı, kafamda henüz bir şablon oluşmamış olmasındaydı, hoş, masaya da yan oturmuştum. Yazarak düşünülür denir, elbet doğrudur ama şimdiye kadar benim için öyle olmadı; bu yaştan sonra da zor değişmesi. Ben yürüyerek ve yürüyerek, eşlik eden düşünceleri bir sonraki yürüyüşte sınıflayarak, yoğurarak işliyorum. Ancak en son halinde masaya oturabiliyorum. Berlin'de de çok yürüdüm o yıl. Ama daha çok etrafıma bakındım herhalde :)

2 yorum:

  1. seviyorum seni akıllı kız..bi yazma serüvenine de izmir'e gel, belki masaya doğru oturursun bu sefer :)

    YanıtlaSil
  2. uuu şimdi gördüm canım :) ben de seni seviyorum akıllım. ne çok istiyorum gelmeyi...

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.