14 Eylül 2015 Pazartesi
Nalet gelsin böyle hayvana: Homo naledi
İsmi üstünde.
Efendime söyleyeyim, bu tipi, bu nalet yaratığı inceleyip, evirip çevirip, Australopithecus'ların arasına değil de doğrudan tepemize koyukoyuverdiler. Meğer çıbanın başı buymuş.
Bi mağarada buldular bunları; şimdiye kadar Afrika'da aynı türe ait bir arada bulunan en fazla birey sayısına sahip. O nedenle çıkarsamalar da daha bir destekli oluyor, el mecbur fazla sallayamıyorlar.
Bunları bir arada bulmuşlar ya, bi de diyollar ki acaba ölenleri hep aynı yere mi getirdiler? Töbeler olsun ki. Başımıza iş...
http://elifesciences.org/content/4/e09560
12 Eylül 2015 Cumartesi
Leaves of Grass'tan serbest çeviri, Can Yücel'in O Captain/Oy Reis'ine selam ve saygıyla
...
I exist as I am—that is enough,
If no other in the world be aware, I sit content,
And if each and all be aware, I sit content. . . .
I am the poet of the body,
And I am the poet of the soul.
The pleasures of heaven are with me, and the pains of
hell are with
me,
The first I graft and increase upon myself—the latter I
translate into a
new tongue.
I know perfectly well my own egotism. . . .
I am an acme of things accomplished, and I am an en-
closer of things
to be."
Nasılsam öyleyim – yeter bu kadarı
Dünyada kimse farkına varmasa, bozmam istifimi
Ya da her bir kimse bilse beni, bozmam istifimi...
Ben bedenin şairiyim,
ve şairiyim ruhun.
Cennetin tüm zevkleri benimle, ve benimle tüm acıları
cehennemin,
İlkiyle canıma can kattım –ikincisini tercüme ettim yeni bir
dile.
Pek de güzel farkındayım bencilliğimin...
Olup bitmiş şeylerin doruğuyum da ben,
olacak şeylerin geçmiyorum bile yakınından.
olacak şeylerin geçmiyorum bile yakınından.
Bachmann, faşizm üzerine
"Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Her gazetede üzerine bir seyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır'
diyen Ingeborg Bachmann, bakınız bunu Malina'da nasıl örneklemişti:
"... ne var ki o sıralarda ben artık on dokuz yaşındaydım, yoksa anlatacağım olay başıma geldiği zamanki gibi, sırtında okul çantası bulunan altı yaşında bir kız çocuğu değildim. Küçük Glan Köprüsü'nün büyütülmüş bir görüntüsü, göl kıyısının akşam manzarası değil, yalnızca öğlen güneşinin aydınlattığı bu köprü ve iki küçük erkek çocuğu; onların da sırt çantaları var, ve içlerinden büyüğü, benden en az iki yaş büyük olanı, hey sen, gel buraya, bak sana bir şey vereceğim! diye seslendi. Sözcükleri unutmadım, erkek çocuğunun yüzünü de, bana yönelmiş ilk önemli çağrı, ilk çılgın sevincim, durup kalışım, çekingenliğim, ve bu köprüde başka insana doğru attığım ilk adım, bunun hemen ardından da yüzüme inen sert bir tokadın sesi: Al bakalım! Bu, yüzüme atılan ilk tokattı ve bir başkasının insanlara vurmaktan tüm benliğiyle tatmin oluşunu ilk algılayışımdı. Acının bilincine ilk varış. Bir zamanlar ben olan o kişi, elleri okul çantasının kayışlarında, ağlamaksızın ve tekdüze adımlarla evine yollandı, bu kez yol kenarındaki çitin direklerini saymadan; insanların arasına ilk düşüşüydü; demek ki insan bazen bir şeyin ne zaman başladığını, nasıl ve nerede başladığını, bir de hangi gözyaşlarını dökebilirdi, bilebiliyor."Çev. Ahmet Cemal
8 Eylül 2015 Salı
Efe'nin doğum günü için bir öykü denemesi
“Anlatılan senin hikayendir”[1]
Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben
anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; aslında, çok uzun zaman önce,
gerçekten uzun zaman önce, çok çok çok uzun zaman önce, düşün, daha zaman denen
bir şey yok iken! Kalbur ve saman bile yok iken, berber diye bir meslek, deve
diye bir yük hayvanı bilinmez iken ve tellalların henüz çığırmadığı bir
zamanda: henüz ülkelerin olmadığı bir dönemde geçiyor öykümüz.
Bahsedeceğim
çocuk, bizim oğlan, sen yaşlarda olmalı, yaşını tam bilemesek de. Sağlam çocuk
doğrusu. İnci gibi dişleri, kaslı bacakları, ne zayıf, ne şişman, sağlıklı bir
vücudu var. Kumral uzun saçları, tırmanmaktan, yuvarlanmaktan, karmakarışık
hep; zaten o da öyle seviyor. Bakınca “ne akıllı çocuk!” dediğimiz kahverengi
gözleri var. Bir ismi yok. Yani, sırf onun değil, o yaşta hiçbir çocuğun ismi
yok. “Alev-Korin’in oğlu” diyorlar ona. Öyle deniyor. Annesinin oğlu; sen o
zaman yaşamış olsaydın, Şebnem’in oğlu diyeceklerdi sana. İşte onun gibi.
Bizim
oğlan ve annesi, derme çatma bir evde oturuyorlar, bir çeşit çadır gibi
düşünebilirsin, ama biraz daha sağlamı. Yere hasır seriyorlar, ve bu tek göz
evde fazla durmuyorlar; ancak belki uyurken. Hava şimdikinden sıcak, kışlar da
çok daha ılık geçiyor, bugün Türkiye adlı ülkenin Şanlıurfa şehrinin bulunduğu
yerde. Evet, yaşadıkları yer orası, başta söylemeyi unutmuşum.
Köyleri,
kalabalık değil. Herkesin birbiriyle iyi geçindiği, küçük bir topluluğun üyeleri,
bizim ana oğul. Bizim oğlanın babası, çoğunluk evde değil; ya avda, ya da metal
eşyaların henüz icat edilmediği dönemde yaşadıklarından, bıçak, balta, çekiç,
yani aklına gelen tüm aletlerin yapıldığı çakmaktaşını aramaya gidiyor. Yakın
köylere de sık sık uğruyor.
Eve
su getirmek, annesine –ne görev veriyorsa- yardım etmek bu oğlancığın işi.
Oğlancık dediysek, heh, yeri geldi, o kadar da küçük sayılmaz artık; bu yıl
“büyüyecek” ve “bir ismi olacak” onun. Yani öyle umuyor. Ama bunun nasıl
olacağını tam olarak kestiremiyor. Ağabeyinin bunun için, iki yaz önce, tam
kırk geceyi tek başına, mağara denmeyecek, ama inzivaya çekilmek için çoktan
yeterli bir kaya girintisinde geçirmesi gerekmişti. Onun işi kolaydı, diye
düşünüyordu bizim oğlan, baştan beri yatkınlığı vardı buna. Ağabeyi, bu kırk
günlük iç yolculuktan döner dönmez Oda-Tula’yı iyileştirince, şifacı olma
yolunda bir adım atmış, adını da hemen yapılan törenle kapmıştı: Sır-Gece.
Sır-Gece’nin
küçük kardeşi olmak kolay değildi. Ağabeyini aşması beklenmese de, ondan aşağı
kalmamalıydı, kendini kanıtlamalıydı. Bunun için de artık evden biraz
uzaklaşması, dünyayı tanıması, belki babasıyla gitmek için annesini ikna etmesi
gerekiyordu. İki küçük kardeşi yüzünden annesinin ihtiyacı çoktu ona, merak da
edecekti üstelik. Önce izin çıkmadı. Ama bu güzel çocuk, ısrar etmedi,
annesinin düşünüp doğru kararı vermesini bekledi, sabretti. Eğer iki insan
birbirini çok severse iyi anlar, anlarsa da eninde sonunda karşısındaki için
iyi olanı yaparmış. Bizimkiler de oturdular bir sabah konuştular, anlaştılar:
annesi oğlunun büyüdüğünü anladı; ağlamayayım dedi ama başaramadı, sıkıca
sarılıp gönderdi. Ağabeyi boynuna, yolculukta şans getirmesi için bir muska
taktı. Babasının ardından gidişini ve tepenin ardında kayboluşunu izlediler.
Onlar döndüğünde, köyün yerinde olup olmayacağı belli değildi. Ayrılık
planlanandan uzun sürebilirdi.
Babası
konuşmayı pek sevmezdi, böylece fazla konuşmadılar. Bizim oğlan geçtikleri
yerleri aklında tutmak için çok çabaladı, ne kadar yorulsa da belli etmemeye
çalıştı. Babası önde bizimki arkada tam iki gündüz boyunca gittiler; bir ocağa
vardılar. Bu ocağı ilk kez görüyordu, ama bu ocağın taşlarını pek çok kez hem
işlenmemiş halde hem de alet olarak görmüştü, kullanmıştı. Taşın ocaktan nasıl
kesilip çıkarıldığına dikkat etti, orada konakladıkları on gündüz ve dokuz gece
boyunca izin verilen alanda alıştırma yaptı. Çok az uyudu ve çok çalıştı. Öyle
ki, elleri neredeyse yara oldu, nasır tutmaya başladı.
Son
gün, biraz da şans eseri, çok kullanışlı bir tabaka yontmayı başardı. Çünkü, yeni bir yongalama tekniği keşfetmişti. Dedim ya
akıllı çocuktu diye. Böylece, babasından gizli, birkaç örnek çıkarıp çantasına
koydu. Çünkü yapılagelenden başka, değişik bir şey üretmeye izin yoktu.
Yasaktı. Tüm ustalar, babalarından, büyüklerinden öğrendikleri gibi çalışırlar,
eğer bu düzeni bozarlarsa, aletlerin de büyüsünün bozulacağına, avda ya da
toplayıcılıkta kötü şans getireceğine inanırlardı. Sevgili dostum, kötü şans
gerçekten kötüdür; ne bir şey avlayabilir, ne bir şey toplayabilir, ne de hasır
örmek için saz kesebilirsin. Açlıktan ölürsün!
Açıkçası
bizimki, henüz tam büyümediği için ve saatlerce süren, duaların, ilahilerin
okunduğu törenlere devam mecburiyeti olmadığı için, bu uğursuzluk inanışını pek de umursamıyordu, “niye daha
keskin, daha geç bozulan ağızlı bir bıçak dururken, babamınkileri kullanalım,”
diyordu.
Dönüş
yolunda, bir kök gördüler; şifalı ve nadir bulunan bir köktü bu, ama çok nazik
bir kabuğu vardı. Onu patlatmadan yerden sökebilmek kolay değildi. Biraz
bastırırsan hemen patlar ve akardı; mevcut bıçaklardan daha keskin, daha küçük bir bıçak gerekliydi. O
yüzden babası biraz düşündü, kökü görünce, yürüdü gitti. Bizimkinin içi
gittiyse de babasına bir şey diyemezdi. Biraz sonra mola verdiklerinde,
babasının ufak bir şekerleme yapmasını fırsat bildi, geri döndü. Çantasından
kendi yaptığı bıçağı çıkardı ve kökü yerinden güzelce söküp hiç zedelemeden
çantasına yerleştirdi. Döndüğünde babası uyanmak üzereydi, kıpırdanıyordu. Hiç
çaktırmadan yanına oturdu. Adamcağız uyandığında burnunun dibine dayanmış kökü
gördü. Belli belirsiz gülümsedi. Bundan kuvvet alan bizim oğlan da nasıl bir
bıçak kullandığını göstermeye cesaret edebildi. Babası bıçağı bir müddet
inceledikten sonra çantasına koydu. Geri vermedi ama dönüşte diğerlerini
toplayıp bir alet ustası olarak yetişip yetişemeyeceğini
kararlaştırabilecekleri müjdesini verdi.
Döndüler,
köy yerli yerindeydi ama bir sorun vardı. Küçük çocukların hemen hepsi
ateşliydi. Ateşlerini düşürecek tek ilaç da şansa bakın ki bu bizim oğlanın getirdiği
kökten yapılabiliyordu. Hemen ilacı yapmaya ve dualara girişildi; hiç hasta
çocuk kalmayıp her şey yoluna girdiğinde, törenin zamanı kararlaştırıldı: üç
gündüz sonra.
Tören zorlu ama gurur vericiydi; bu zor aşamadan
büyümüş, çünkü isim almış olarak çıktı Sır-Gündüz. Şimdiden çok şeyler başarmış
bir öğrenci olarak.
Bütün
bunları nereden mi biliyorum? 12 yıl önce bir yaz günü, Şanlıurfa’da, biz
arkeologların “yüzey araştırması” dediğimiz bir inceleme ya da keşif gezisinde,
Sır-Gündüz’ün yaptığı aletlere rastladım da ondan. Yalnız, şu var: benim
aletlerine rastladığım Sır-Gündüz çoktan yakışıklı, genç bir adam olmuştu
onları ürettiği sırada, iki tane çocuğu vardı, günümüzden tamı tamına 14.000
yıl önce.
Şimdi
bir düşün bakalım, anlatılan neden senin hikayendir?
Ocak 2015
[1] horatius ya da horace adlı antik yazar tarafından, satirler
(taşlamalar) kitabında söylenmiştir. şöyle demiştir horatius: 'quid rides de te fabula narratur ' (ne
gülüyorsun anlattığım senin hikayen :))
7 Eylül 2015 Pazartesi
Galeri Celal
Adanın en küçük evinde yaşıyor.
Kaç yaşında olduğu yüzünden, konuşmasından ya da duruşundan net olarak anlaşılmıyor. Ama başında durduğu işporta arabasının üzerinde “Galeri Celal since 1954” yazıyor. Önceden bu yazı arabanın üzerine yağlıboyayla yazılmıştı; bu yıl, çok olmadı, enli bir kurdele düşünün, onun gibi beyaz bir şerit üzerine “Galeri Celal since 1954” bastırıp – iki yanında Türk bayrakları var bu kez– arabanın tablasının kenarına çepeçevre geçirmiş.
Kaç yaşında olduğu yüzünden, konuşmasından ya da duruşundan net olarak anlaşılmıyor. Ama başında durduğu işporta arabasının üzerinde “Galeri Celal since 1954” yazıyor. Önceden bu yazı arabanın üzerine yağlıboyayla yazılmıştı; bu yıl, çok olmadı, enli bir kurdele düşünün, onun gibi beyaz bir şerit üzerine “Galeri Celal since 1954” bastırıp – iki yanında Türk bayrakları var bu kez– arabanın tablasının kenarına çepeçevre geçirmiş.
1954’ten bu yana altmış yıl kadar ediyor. Adam da yetmiş
yaşlarında gibi duruyor. Belki de galerisini “açtığında” on beş-yirmi yaşında bir delikanlıydı; pekala olabilir, ama onu şahsen tanımadığım için yaşını soramadım, bilmiyorum. Aslında ben ona baktığımda, seyyar "Galeri Celal"i iten babası Celal’in
yanında yürüyen on yaşlarında bir çocuğu görür gibi oluyorum. Arabasına eşyaları yerleştirirken çok titizleniyor ama, miras kalan ekmek teknelerinin bu denli özenli bakılacağını
düşünmüyorum, her nedense...
Onu hep, şimdi “yoğun ihtiyaç” nedeniyle mescide çevrilmiş
olan, kim bilir daha önce yerinde hangi dükkan ya da binanın bulunduğu elektrik
idaresinin önünde, sabah balıkçının ekseriya iskorpit sattığı leğenlerin olduğu
yerde görürüm. Balıkçı öğlene doğru balıkları bitirip gider; o gittikten sonra ve
Galeri Celal gelene kadar, bir siesta, boşluğuyla kendini duyurur. Siesta çağrışımına evinin kapısı üzerinde duran Meksikalı bebekler de neden oluyor olabilir; yani
birileri öğle uykusunda mı, kesin olarak bilemeyiz elbette, ama o görece sessiz sıcakta ortalıkta dolaşanlar,
genelde günübirlikçilerdir.
Her gece arabasını evine boşaltır, saat dört buçuk
civarında da törensel bir edayla, beş buçuk gibi çarşıda yerini almadan önce,
yeniden yerleştirmeye başlar. Parfümler, deodorantlar, sabunlar, lifler,
çantalar, taraklar ve fırçalar, tuhafiye malzemeleri, tütsüler, t-shirt, şort
gibi ufak tefek giyim eşyası, güneş kremleri ve kırtasiye, Amerikan vitaminleri, bayramsa çikolata, akla gelebilecek türlü çeşit eşya, arabada bir arada durur. Her üründen yalnızca bir tane vardır; bunların ortasına bir yere “Amerikan Pazarı adaya geldi” yazısını da yerleştirdi miydi, piyasaya çıkmaya hazırdır.
Ailesi var mı yok mu bilmiyorum; çünkü onu ne zaman görsem yalnızdı, fakat, 1954’ten beri hiç değilse
kendisini gayet güzel geçindirdiği anlaşılan Galeri Celal'in zor günler geçirdiğini biliyorum.
Son yıllarda adaya birbiri ardına açılan marketlerle rekabet etmesi imkansız
olsa da şimdiye kadar bir şekilde bunu başarmıştı. Ama neredeyse dükkanıymışçasına sabit durduğu yerin tam karşısına geçen ay açılan kozmetik
marketinden sonra akıbetinin ne olacağı konusunda endişeliyim, çünkü bu hafta sonu onu
her zamanki yerinde göremedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)