8 Eylül 2015 Salı

Efe'nin doğum günü için bir öykü denemesi



“Anlatılan senin hikayendir”[1]

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; aslında, çok uzun zaman önce, gerçekten uzun zaman önce, çok çok çok uzun zaman önce, düşün, daha zaman denen bir şey yok iken! Kalbur ve saman bile yok iken, berber diye bir meslek, deve diye bir yük hayvanı bilinmez iken ve tellalların henüz çığırmadığı bir zamanda: henüz ülkelerin olmadığı bir dönemde geçiyor öykümüz.

Bahsedeceğim çocuk, bizim oğlan, sen yaşlarda olmalı, yaşını tam bilemesek de. Sağlam çocuk doğrusu. İnci gibi dişleri, kaslı bacakları, ne zayıf, ne şişman, sağlıklı bir vücudu var. Kumral uzun saçları, tırmanmaktan, yuvarlanmaktan, karmakarışık hep; zaten o da öyle seviyor. Bakınca “ne akıllı çocuk!” dediğimiz kahverengi gözleri var. Bir ismi yok. Yani, sırf onun değil, o yaşta hiçbir çocuğun ismi yok. “Alev-Korin’in oğlu” diyorlar ona. Öyle deniyor. Annesinin oğlu; sen o zaman yaşamış olsaydın, Şebnem’in oğlu diyeceklerdi sana. İşte onun gibi.

Bizim oğlan ve annesi, derme çatma bir evde oturuyorlar, bir çeşit çadır gibi düşünebilirsin, ama biraz daha sağlamı. Yere hasır seriyorlar, ve bu tek göz evde fazla durmuyorlar; ancak belki uyurken. Hava şimdikinden sıcak, kışlar da çok daha ılık geçiyor, bugün Türkiye adlı ülkenin Şanlıurfa şehrinin bulunduğu yerde. Evet, yaşadıkları yer orası, başta söylemeyi unutmuşum.

Köyleri, kalabalık değil. Herkesin birbiriyle iyi geçindiği, küçük bir topluluğun üyeleri, bizim ana oğul. Bizim oğlanın babası, çoğunluk evde değil; ya avda, ya da metal eşyaların henüz icat edilmediği dönemde yaşadıklarından, bıçak, balta, çekiç, yani aklına gelen tüm aletlerin yapıldığı çakmaktaşını aramaya gidiyor. Yakın köylere de sık sık uğruyor.

Eve su getirmek, annesine –ne görev veriyorsa- yardım etmek bu oğlancığın işi. Oğlancık dediysek, heh, yeri geldi, o kadar da küçük sayılmaz artık; bu yıl “büyüyecek” ve “bir ismi olacak” onun. Yani öyle umuyor. Ama bunun nasıl olacağını tam olarak kestiremiyor. Ağabeyinin bunun için, iki yaz önce, tam kırk geceyi tek başına, mağara denmeyecek, ama inzivaya çekilmek için çoktan yeterli bir kaya girintisinde geçirmesi gerekmişti. Onun işi kolaydı, diye düşünüyordu bizim oğlan, baştan beri yatkınlığı vardı buna. Ağabeyi, bu kırk günlük iç yolculuktan döner dönmez Oda-Tula’yı iyileştirince, şifacı olma yolunda bir adım atmış, adını da hemen yapılan törenle kapmıştı: Sır-Gece.

Sır-Gece’nin küçük kardeşi olmak kolay değildi. Ağabeyini aşması beklenmese de, ondan aşağı kalmamalıydı, kendini kanıtlamalıydı. Bunun için de artık evden biraz uzaklaşması, dünyayı tanıması, belki babasıyla gitmek için annesini ikna etmesi gerekiyordu. İki küçük kardeşi yüzünden annesinin ihtiyacı çoktu ona, merak da edecekti üstelik. Önce izin çıkmadı. Ama bu güzel çocuk, ısrar etmedi, annesinin düşünüp doğru kararı vermesini bekledi, sabretti. Eğer iki insan birbirini çok severse iyi anlar, anlarsa da eninde sonunda karşısındaki için iyi olanı yaparmış. Bizimkiler de oturdular bir sabah konuştular, anlaştılar: annesi oğlunun büyüdüğünü anladı; ağlamayayım dedi ama başaramadı, sıkıca sarılıp gönderdi. Ağabeyi boynuna, yolculukta şans getirmesi için bir muska taktı. Babasının ardından gidişini ve tepenin ardında kayboluşunu izlediler. Onlar döndüğünde, köyün yerinde olup olmayacağı belli değildi. Ayrılık planlanandan uzun sürebilirdi.

Babası konuşmayı pek sevmezdi, böylece fazla konuşmadılar. Bizim oğlan geçtikleri yerleri aklında tutmak için çok çabaladı, ne kadar yorulsa da belli etmemeye çalıştı. Babası önde bizimki arkada tam iki gündüz boyunca gittiler; bir ocağa vardılar. Bu ocağı ilk kez görüyordu, ama bu ocağın taşlarını pek çok kez hem işlenmemiş halde hem de alet olarak görmüştü, kullanmıştı. Taşın ocaktan nasıl kesilip çıkarıldığına dikkat etti, orada konakladıkları on gündüz ve dokuz gece boyunca izin verilen alanda alıştırma yaptı. Çok az uyudu ve çok çalıştı. Öyle ki, elleri neredeyse yara oldu, nasır tutmaya başladı.

Son gün, biraz da şans eseri, çok kullanışlı bir tabaka yontmayı başardı. Çünkü, yeni bir yongalama tekniği keşfetmişti. Dedim ya akıllı çocuktu diye. Böylece, babasından gizli, birkaç örnek çıkarıp çantasına koydu. Çünkü yapılagelenden başka, değişik bir şey üretmeye izin yoktu. Yasaktı. Tüm ustalar, babalarından, büyüklerinden öğrendikleri gibi çalışırlar, eğer bu düzeni bozarlarsa, aletlerin de büyüsünün bozulacağına, avda ya da toplayıcılıkta kötü şans getireceğine inanırlardı. Sevgili dostum, kötü şans gerçekten kötüdür; ne bir şey avlayabilir, ne bir şey toplayabilir, ne de hasır örmek için saz kesebilirsin. Açlıktan ölürsün!

Açıkçası bizimki, henüz tam büyümediği için ve saatlerce süren, duaların, ilahilerin okunduğu törenlere devam mecburiyeti olmadığı için, bu uğursuzluk  inanışını pek de umursamıyordu, “niye daha keskin, daha geç bozulan ağızlı bir bıçak dururken, babamınkileri kullanalım,” diyordu.

Dönüş yolunda, bir kök gördüler; şifalı ve nadir bulunan bir köktü bu, ama çok nazik bir kabuğu vardı. Onu patlatmadan yerden sökebilmek kolay değildi. Biraz bastırırsan hemen patlar ve akardı; mevcut bıçaklardan daha keskin, daha küçük bir bıçak gerekliydi. O yüzden babası biraz düşündü, kökü görünce, yürüdü gitti. Bizimkinin içi gittiyse de babasına bir şey diyemezdi. Biraz sonra mola verdiklerinde, babasının ufak bir şekerleme yapmasını fırsat bildi, geri döndü. Çantasından kendi yaptığı bıçağı çıkardı ve kökü yerinden güzelce söküp hiç zedelemeden çantasına yerleştirdi. Döndüğünde babası uyanmak üzereydi, kıpırdanıyordu. Hiç çaktırmadan yanına oturdu. Adamcağız uyandığında burnunun dibine dayanmış kökü gördü. Belli belirsiz gülümsedi. Bundan kuvvet alan bizim oğlan da nasıl bir bıçak kullandığını göstermeye cesaret edebildi. Babası bıçağı bir müddet inceledikten sonra çantasına koydu. Geri vermedi ama dönüşte diğerlerini toplayıp bir alet ustası olarak yetişip yetişemeyeceğini kararlaştırabilecekleri müjdesini verdi.

Döndüler, köy yerli yerindeydi ama bir sorun vardı. Küçük çocukların hemen hepsi ateşliydi. Ateşlerini düşürecek tek ilaç da şansa bakın ki bu bizim oğlanın getirdiği kökten yapılabiliyordu. Hemen ilacı yapmaya ve dualara girişildi; hiç hasta çocuk kalmayıp her şey yoluna girdiğinde, törenin zamanı kararlaştırıldı: üç gündüz sonra.

Tören zorlu ama gurur vericiydi; bu zor aşamadan büyümüş, çünkü isim almış olarak çıktı Sır-Gündüz. Şimdiden çok şeyler başarmış bir öğrenci olarak.

Bütün bunları nereden mi biliyorum? 12 yıl önce bir yaz günü, Şanlıurfa’da, biz arkeologların “yüzey araştırması” dediğimiz bir inceleme ya da keşif gezisinde, Sır-Gündüz’ün yaptığı aletlere rastladım da ondan. Yalnız, şu var: benim aletlerine rastladığım Sır-Gündüz çoktan yakışıklı, genç bir adam olmuştu onları ürettiği sırada, iki tane çocuğu vardı, günümüzden tamı tamına 14.000 yıl önce.

Şimdi bir düşün bakalım, anlatılan neden senin hikayendir?

Ocak 2015




[1] horatius ya da horace adlı antik yazar tarafından, satirler (taşlamalar) kitabında söylenmiştir. şöyle demiştir horatius: 'quid rides de te fabula narratur ' (ne gülüyorsun anlattığım senin hikayen :))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.