“Anlatılan senin hikayendir”[1]
Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben
anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; aslında, çok uzun zaman önce,
gerçekten uzun zaman önce, çok çok çok uzun zaman önce, düşün, daha zaman denen
bir şey yok iken! Kalbur ve saman bile yok iken, berber diye bir meslek, deve
diye bir yük hayvanı bilinmez iken ve tellalların henüz çığırmadığı bir
zamanda: henüz ülkelerin olmadığı bir dönemde geçiyor öykümüz.
Bahsedeceğim
çocuk, bizim oğlan, sen yaşlarda olmalı, yaşını tam bilemesek de. Sağlam çocuk
doğrusu. İnci gibi dişleri, kaslı bacakları, ne zayıf, ne şişman, sağlıklı bir
vücudu var. Kumral uzun saçları, tırmanmaktan, yuvarlanmaktan, karmakarışık
hep; zaten o da öyle seviyor. Bakınca “ne akıllı çocuk!” dediğimiz kahverengi
gözleri var. Bir ismi yok. Yani, sırf onun değil, o yaşta hiçbir çocuğun ismi
yok. “Alev-Korin’in oğlu” diyorlar ona. Öyle deniyor. Annesinin oğlu; sen o
zaman yaşamış olsaydın, Şebnem’in oğlu diyeceklerdi sana. İşte onun gibi.
Bizim
oğlan ve annesi, derme çatma bir evde oturuyorlar, bir çeşit çadır gibi
düşünebilirsin, ama biraz daha sağlamı. Yere hasır seriyorlar, ve bu tek göz
evde fazla durmuyorlar; ancak belki uyurken. Hava şimdikinden sıcak, kışlar da
çok daha ılık geçiyor, bugün Türkiye adlı ülkenin Şanlıurfa şehrinin bulunduğu
yerde. Evet, yaşadıkları yer orası, başta söylemeyi unutmuşum.
Köyleri,
kalabalık değil. Herkesin birbiriyle iyi geçindiği, küçük bir topluluğun üyeleri,
bizim ana oğul. Bizim oğlanın babası, çoğunluk evde değil; ya avda, ya da metal
eşyaların henüz icat edilmediği dönemde yaşadıklarından, bıçak, balta, çekiç,
yani aklına gelen tüm aletlerin yapıldığı çakmaktaşını aramaya gidiyor. Yakın
köylere de sık sık uğruyor.
Eve
su getirmek, annesine –ne görev veriyorsa- yardım etmek bu oğlancığın işi.
Oğlancık dediysek, heh, yeri geldi, o kadar da küçük sayılmaz artık; bu yıl
“büyüyecek” ve “bir ismi olacak” onun. Yani öyle umuyor. Ama bunun nasıl
olacağını tam olarak kestiremiyor. Ağabeyinin bunun için, iki yaz önce, tam
kırk geceyi tek başına, mağara denmeyecek, ama inzivaya çekilmek için çoktan
yeterli bir kaya girintisinde geçirmesi gerekmişti. Onun işi kolaydı, diye
düşünüyordu bizim oğlan, baştan beri yatkınlığı vardı buna. Ağabeyi, bu kırk
günlük iç yolculuktan döner dönmez Oda-Tula’yı iyileştirince, şifacı olma
yolunda bir adım atmış, adını da hemen yapılan törenle kapmıştı: Sır-Gece.
Sır-Gece’nin
küçük kardeşi olmak kolay değildi. Ağabeyini aşması beklenmese de, ondan aşağı
kalmamalıydı, kendini kanıtlamalıydı. Bunun için de artık evden biraz
uzaklaşması, dünyayı tanıması, belki babasıyla gitmek için annesini ikna etmesi
gerekiyordu. İki küçük kardeşi yüzünden annesinin ihtiyacı çoktu ona, merak da
edecekti üstelik. Önce izin çıkmadı. Ama bu güzel çocuk, ısrar etmedi,
annesinin düşünüp doğru kararı vermesini bekledi, sabretti. Eğer iki insan
birbirini çok severse iyi anlar, anlarsa da eninde sonunda karşısındaki için
iyi olanı yaparmış. Bizimkiler de oturdular bir sabah konuştular, anlaştılar:
annesi oğlunun büyüdüğünü anladı; ağlamayayım dedi ama başaramadı, sıkıca
sarılıp gönderdi. Ağabeyi boynuna, yolculukta şans getirmesi için bir muska
taktı. Babasının ardından gidişini ve tepenin ardında kayboluşunu izlediler.
Onlar döndüğünde, köyün yerinde olup olmayacağı belli değildi. Ayrılık
planlanandan uzun sürebilirdi.
Babası
konuşmayı pek sevmezdi, böylece fazla konuşmadılar. Bizim oğlan geçtikleri
yerleri aklında tutmak için çok çabaladı, ne kadar yorulsa da belli etmemeye
çalıştı. Babası önde bizimki arkada tam iki gündüz boyunca gittiler; bir ocağa
vardılar. Bu ocağı ilk kez görüyordu, ama bu ocağın taşlarını pek çok kez hem
işlenmemiş halde hem de alet olarak görmüştü, kullanmıştı. Taşın ocaktan nasıl
kesilip çıkarıldığına dikkat etti, orada konakladıkları on gündüz ve dokuz gece
boyunca izin verilen alanda alıştırma yaptı. Çok az uyudu ve çok çalıştı. Öyle
ki, elleri neredeyse yara oldu, nasır tutmaya başladı.
Son
gün, biraz da şans eseri, çok kullanışlı bir tabaka yontmayı başardı. Çünkü, yeni bir yongalama tekniği keşfetmişti. Dedim ya
akıllı çocuktu diye. Böylece, babasından gizli, birkaç örnek çıkarıp çantasına
koydu. Çünkü yapılagelenden başka, değişik bir şey üretmeye izin yoktu.
Yasaktı. Tüm ustalar, babalarından, büyüklerinden öğrendikleri gibi çalışırlar,
eğer bu düzeni bozarlarsa, aletlerin de büyüsünün bozulacağına, avda ya da
toplayıcılıkta kötü şans getireceğine inanırlardı. Sevgili dostum, kötü şans
gerçekten kötüdür; ne bir şey avlayabilir, ne bir şey toplayabilir, ne de hasır
örmek için saz kesebilirsin. Açlıktan ölürsün!
Açıkçası
bizimki, henüz tam büyümediği için ve saatlerce süren, duaların, ilahilerin
okunduğu törenlere devam mecburiyeti olmadığı için, bu uğursuzluk inanışını pek de umursamıyordu, “niye daha
keskin, daha geç bozulan ağızlı bir bıçak dururken, babamınkileri kullanalım,”
diyordu.
Dönüş
yolunda, bir kök gördüler; şifalı ve nadir bulunan bir köktü bu, ama çok nazik
bir kabuğu vardı. Onu patlatmadan yerden sökebilmek kolay değildi. Biraz
bastırırsan hemen patlar ve akardı; mevcut bıçaklardan daha keskin, daha küçük bir bıçak gerekliydi. O
yüzden babası biraz düşündü, kökü görünce, yürüdü gitti. Bizimkinin içi
gittiyse de babasına bir şey diyemezdi. Biraz sonra mola verdiklerinde,
babasının ufak bir şekerleme yapmasını fırsat bildi, geri döndü. Çantasından
kendi yaptığı bıçağı çıkardı ve kökü yerinden güzelce söküp hiç zedelemeden
çantasına yerleştirdi. Döndüğünde babası uyanmak üzereydi, kıpırdanıyordu. Hiç
çaktırmadan yanına oturdu. Adamcağız uyandığında burnunun dibine dayanmış kökü
gördü. Belli belirsiz gülümsedi. Bundan kuvvet alan bizim oğlan da nasıl bir
bıçak kullandığını göstermeye cesaret edebildi. Babası bıçağı bir müddet
inceledikten sonra çantasına koydu. Geri vermedi ama dönüşte diğerlerini
toplayıp bir alet ustası olarak yetişip yetişemeyeceğini
kararlaştırabilecekleri müjdesini verdi.
Döndüler,
köy yerli yerindeydi ama bir sorun vardı. Küçük çocukların hemen hepsi
ateşliydi. Ateşlerini düşürecek tek ilaç da şansa bakın ki bu bizim oğlanın getirdiği
kökten yapılabiliyordu. Hemen ilacı yapmaya ve dualara girişildi; hiç hasta
çocuk kalmayıp her şey yoluna girdiğinde, törenin zamanı kararlaştırıldı: üç
gündüz sonra.
Tören zorlu ama gurur vericiydi; bu zor aşamadan
büyümüş, çünkü isim almış olarak çıktı Sır-Gündüz. Şimdiden çok şeyler başarmış
bir öğrenci olarak.
Bütün
bunları nereden mi biliyorum? 12 yıl önce bir yaz günü, Şanlıurfa’da, biz
arkeologların “yüzey araştırması” dediğimiz bir inceleme ya da keşif gezisinde,
Sır-Gündüz’ün yaptığı aletlere rastladım da ondan. Yalnız, şu var: benim
aletlerine rastladığım Sır-Gündüz çoktan yakışıklı, genç bir adam olmuştu
onları ürettiği sırada, iki tane çocuğu vardı, günümüzden tamı tamına 14.000
yıl önce.
Şimdi
bir düşün bakalım, anlatılan neden senin hikayendir?
Ocak 2015
[1] horatius ya da horace adlı antik yazar tarafından, satirler
(taşlamalar) kitabında söylenmiştir. şöyle demiştir horatius: 'quid rides de te fabula narratur ' (ne
gülüyorsun anlattığım senin hikayen :))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.