28 Kasım 2015 Cumartesi

bir cumartesi akşamı





“ben yokum desem kimse bırakmıyor
yokum diyorum inanmıyorlar
yokum diyorum bulup çıkarıyorlar
yokum…”  

__ Turgut Uyar




hava döndü. o kadar hızlı yürüdüğüm halde, terlemek bir yana üşümemeyi zor becerdim. rüzgar sertleşmiş. ama hoşuma gitti. ev hiçbir şey değilse bile sıcaktır şimdi.

bir saniye duraksadıktan sonra, anahtarı kilide soktum. kapıyı kapayınca sırtımı dayadım ve çöküp oturdum yere. botlarım ayağımda. mutfak görünüyor oturduğum yerden; tezgahın üstünde kirli tabaklar, tabaklar, bardaklar... onları görünce, "yüzmek" ve "arazi olmak" deyimleri geldi aklıma yıllar sonra, garsonluk günlerinden kalma. yüzmek, kısaca hiçbir işe yetişememek demektir: barda temiz bardak kalmamıştır, kül tablaları dolup taşmıştır, biri su, biri bira, bir diğeri buz istiyordur ve aynı zamanda yemekler dağıtılmak için mutfakta bekliyordur. bir tarafın açık kaldıysa rahatlıkla kabus olarak görülebilecek bir manzara. arazi olmak ise, sen "yüzerken" uyanık bir arkadaşının bütün bu hengamenin ortasında sigara içmeye ya da bir kadeh bir şey yuvarlamaya kaçmış olmasıdır.

çok koyuyor ya, koymuyormuş gibi yapıyorum. hayattan dayak yiye yiye dayak arsızı olmuşum. işi bileceksin, ama işe gitmeyeceksin. lafı geldi aklıma nedense, kendi kendime sırıttım. maharettir bu: sırıtırken içime ağlayabiliyorum.

-bu yaşa kadar öğrene öğrene bunu mu öğrendin? deyince içimdeki ses,
-hee, ne olmuş? dedi kendim, bana. gayet başarılı. gözyaşlarını dışarı akıtmak yerine, gözyaşı kanalı mıdır nedir, oradan genzine gönderebiliyorsun. oh. tuzlu tuzlu. iş mesaisi, ev mesaisi. görev başında ağlanmaz ki.

-dayak yememeyi öğrenseydin ya, içine ağlamayı öğrenene kadar, dedi kendim.
-öğrenemedim işte, dedim.

...
...
...
...

burada, kapının dibinde oturuyor muyum gerçekten, çünkü bana benzeyen biri çorba karıştırıyor ocakta. bir yandan da bulaşıkları yerleştiriyor.

...

ben de gideyim balkonda bir sigara tüttüreyim bari: camları aç, sigaranı yak. deriiin bir nefes çek ve ulaştırabildiğin en uzak noktaya üfle.

üfledim. yani. herhalde. mutfaktan, kaşığın çelik tencereye çarpınca çıkardığı ses geliyor.

26 Kasım 2015 Perşembe

Uyu öyleyse

Uyu öyleyse...

Uyu öyleyse, ben uyanık kalırım.
Yağmur doldurur testiyi, biz boşaltalım.
Bir kalp oluyor gece, oyulan bir kalp hem de-
elbette çok geç, kesip atmaya

Öylesine kar beyaz, gece yeli, saçların!
Beyaz, kaybettiğim,
ve beyaz, bana kalan!

Saatleri sayıyor o, bense yılları.

Yağmuru içmiştik, içmiştik yağmuru.

Paul Celan


SO schlafe…

SO schlafe, und mein Aug wird offen bleiben.
Der Regen füllt’ den Krug, wir leerten ihn.
Es wird die Nacht ein Herz, das Herz ein Hälmlein treiben –
Doch ists zu spät zum Mähen, Schnitterin.

So schneeig weiß sind, Nachtwind, deine Haare!
Weiß, was mir bleibt, und weiß, was ich verlier!
Sie zählt die Stunden, und ich zähl die Jahre.
Wir tranken Regen. Regen tranken wir.

Paul Celan

21 Kasım 2015 Cumartesi

Alevi kaynaklarını, tarihini ve tarihyazımını yeniden düşünmek


Hem özel ilgi duyduğum, hem de tezimde yer vereceğim için son birkaç yıldır Alevilik ile ilgili yayınları takip ediyorum. Makale düzeyinde pek fazla değil ama, çıkan kitaplardan genellikle haberim oluyor. Benim için gerekli, önemli olduğunu düşündüğüm kitaplardan küçük ama değerli bir toplam biriktirdim. Bu seçimi yaparken de hepsi sosyal bilimsel olmasa da görece bilimsel yaklaşımla yazılmış olanları dikkate aldım. İlahiyat yazınına da bir iki tanesi dışında pek girmedim.

Birkaç gün önce, Ayfer Karakaya-Stump'ın kitabına rastladım. Karakaya-Stump bu kitapta, daha önce başka yerde yayımlanan makalelerinin yanı sıra, başka yerde yayımlanmamış olan doktora tezinden bir bölüme de yer vermiş. Cahil cesaretim bağışlanacak olursa, şimdiye dek elimden geçen yayınlar içinde bu kitabın derhal çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.

Karakaya-Stump, doktorasını Cemal Kafadar ile birlikte, Harvard'da yapmış. Kafadar bu kitap için "Aleviliğin oluşumu ve Osmanlı tarihi içindeki yeri hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler bu kitabı okumalı; bu konularda bilgi sahibi olduğunu düşünenler mutlaka okumalı. Ezberbozan kelimesinin tam yerini bulduğu nadir bir örnek" diyor.

Yazar giriş bölümünde, tam da Kafadar'ın tanımladığı şekilde, aşağıdaki genel kabul gören başlıkları sorguluyor:

"Alevi tarihinin yazılı kaynakları yoktur"

"... Alevi tarihinin az ya da çok yazılı kaynaklarının var olduğu tespiti, Alevi geleneğinde sözlü aktarımın önemini sorgulamak anlamına gelmediği gibi, tarihçiler arasında halen sıkça rastlanabilen yazılı olanın fetişleştirilmesi eğilimiyle de ilişkilendirilmemelidir. İster Alevi topluluklarının kendi içinden çıkmış, ister devlet kurumlarınca düzenlenmiş olsun, konuyla ilgili kaynakların tarihsel bağlamlarında ve eleştirel bir gözle okunması ve anlamlandırılması gerektiği aşikardır. Bu meyanda söz konusu kaynakların arka planlarındaki ve hedeflerindeki siyasi ve kültürel değerler ve geçmişe dair bize sundukları resmin sınırlılığı ve seçiciliği, hiç şüphesiz üzerinde titizlikle düşünülmesi gereken hususlardır. Her türlü yazılı kaynak için gösterilmesi gereken bu hassasiyet ve titizlik, konu Alevilik gibi mistik/batıni nitelikte ve yasaklı bir inanç sistemi olduğunda daha da büyük önem kazanmaktadır. Dolayısıyla Alevilikle ilgili kaynakları değerlendirirken, "tehlikeli" addedilen kimi inançsal öğelerin yazıya dökülmesinden imtina edilebileceği, bu konularla ilgili sembolik ve muğlak bir dil kullanılabileceği, hatta genel geçer terminolojiye farklı anlamlar yüklenebileceği olasılıkları göz ardı edilmemelidir."

"Alevilik senkretik/heterodoks bir inançtır"

"...Senkretizm teriminin Alevi-Bektaşi çalışmalarında kullanımını sorunlu kılan husus, yüklenen anlamın menfiliği veya müspetliğinden ziyade kavram olarak açıklayıcı gücü olup olmadığı ile ilgilidir. Bu noktada göz önüne alınması gereken, modern tarihçilik açısından aslında tüm inanç sistemlerinin kendinden önce gelenler üzerine inşa edilmiş ve bunlarla iç içe geçmiş olduğu, dolayısıyla bu manada ve son kertede hepsinin "senkretik" yapılar içerdiği gerçeğidir.

...Aleviliğin tarifinde sıklıkla kullanılan, ama izahtan çok perde işlevi gören bir diğer yüklü kavram, "heterodoksi"dir. Hıristiyanlık bağlamında kilisenin belirlediği "ortodoksi"den, yani "doğru öğreti" çizgisinden sapan, "yanlış öğreti" sahibi "sapkın" gruplara kilise erbabının verdiği bu sıfat, her ne kadar günümüzde sıklıkla tırnak içine alınarak, hakim veya ana akım din anlayışından ayrışan alternatif yorumlar şeklinde nötr bir manada kullanılmaya çalışılsa da bagajında taşıdığı normatif yargıdan hiçbir zaman tümüyle kurtulamamaktadır. Tıpkı senkretizm kavramında olduğu gibi, heterodoksi kavramı da bir inanç sisteminin kendi bütünselliği içinde ve içsel bir bakışla anlamlandırılması yerine, norm kabul edilen başka bir inanca nispetle, ondan farklılaştığı noktalar üzerinden, seçici ve dışarıdan bir gözle tarif edilmesi sonucunu doğurur..."

"Alevilik göçebe Türkmenlere özgü bir halk İslamıdır"

Karakaya-Stump, bu kısımda Köprülü formülasyonunu ve yaratılmak istenen "yüksek İslam" "halk İslamı" hiyerarşisini sorguluyor. Bu başlık altında yazar, ikili karşıtlıklar üzerinden (heterodoksi-ortodoksi; yüksek İslam-halk İslamı; karmaşık-iptidai) kurgulanan formülü açımlamakta ve hem belgelere hem de gözlemlere dayanarak aksayan yönleri çarpıcı şekilde vurgulamaktadır:

"...Genel kurgusunda çentik açabilecek çok sayıdaki Kürt ve Kırmanç Alevileri de, (nominal olarak da olsa) Sünniliği benimsemiş diğer göçebe grupları da bu meyanda görmezden gelmiştir. Üstelik Alevilerin tümünün veya kahir ekseriyetinin tarihsel olarak göçebe olduğu zannı ampirik temelde kanıtlanmış olmaktan uzaktır. Mesela kitabımızın ilerleyen sayfalarında zikredilecek, Malatya merkezli Dede Kargın ocağına ait, 16. yüzyıl ortalarında bu ocağa bağlı talip gruplarını içeren listeyi muhtevi bir belgeye göre -listede yer alan onlarca kalem girdinin büyük çoğunluğunun köy adı ve sadece küçük bir kısmının aşiret adı olmasından hareketle- en azından bu yöredeki Alevi topluluklarının ağırlıklı olarak yerleşik köylü olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Ayrıca 16. yüzyıl mühimme kayıtlarında geçen kimi örnekler, o dönemde Osmanlı yerel bürokrasisi içinde veya tımar sahipleri arasında Kızılbaş/Alevi olduğundan "şüphelenilen" kişilerin mevcudiyetini bize göstermektedir. Bu tür veriler tarihsel olarak Aleviliğin sosyal tabanının göçebelerle sınırlı olduğu zannının sorgulanmaya ne kadar muhtaç olduğunu göstermektedir..."
Karakaya-Stump'ın kitabı da elbette her kitap için geçerli olduğu üzere akılda sorularla okunmalıdır, ki benim aklımda da kullanılan yöntem ve götürdüğü çıkarımlar açısından hemen birkaç tanesi belirdi; ancak bu kitabın hemen anlaşılan önemi, sanıyorum, yanlışlanabilir, sorgulanabilir bilimsel yaklaşımından gelmektedir. Ezcümle, konuya ilgisi olanlar mutlaka okumalı.


Vefailik Bektaşilik Kızılbaşlık : 
Alevi Kaynaklarını Tarihini ve Tarihyazımını Yeniden Düşünmek
 

Ayfer Karakaya-Stump
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Ekim 2015

18 Kasım 2015 Çarşamba

ihtiyar çocukluğumuz; kimileri geç ergenlik diyor

Müziğe en çok yakıştırdığım dil Portekizce. Şimdi paylaşacağım şarkı da bu dilde en sevdiklerimden.
Tribalistas'tan Velha Infancia.


Sözleri de aşağı yukarı şöyle:

Yaşlı çocukluk

Sen böylesin
Düş gibisin benim için
Ve seni görmediğimde
seni düşünüyorum
günün ağardığı andan
yattığım ana kadar

Seviyorum seni
ve seninle olmak istiyorum
Gülüşüm seninle mutlanıyor ancak
En iyi arkadaşım,
aşkım benim

Şarkı söylüyoruz
ve dans ediyoruz
yorulmuyoruz hiç
çocuk olmaktan
Oynayıp duruyoruz
yaşlı çocukluğumuz boyunca

Gözlerin gün ışığım benim
Yol gösterir karanlıkta
ayakların yol gösterir
gider, giderim, hiç yalnız hissetmem

Böylesin işte
Düş gibisin benim için
Bir sürü öpücük vereceğim sana
Seni düşüneceğim
Gün doğumundan
yattığım ana...
...

15 Kasım 2015 Pazar

İnsanlığın En Eski Muamması -2



Altıncı bölümde, "çizim yapmanın soyutlama gerektiren kültürel bir davranış olduğunu, yani, üç boyutlu olarak algıladığımız bir gerçekliği iki boyutluya çevirmenin, zihnin hiç de doğal olmayan bir uyum sağlama biçimini gerektirdiğini" belirtiyor:

"Amazonas'daki ilkel kabilelerin, onlara bir fotoğraf gösterildiğinde, üzerinde ne olursa olsun onu 'okuyamadıkları' ortaya çıkmıştır: Her tür hareketten, her tür kabartıdan yoksun kare bir kağıt parçası üzerine basılmış bu pigmentlerde onlara göre gerçeğe benzeyen hiçbir şey yoktur."

Bu satırlar bana inandırıcı gelmedi; insanın en önemli özelliğinin soyutlama yetisi olması yanında, kaynak da göstermemiş.

Bu bölümde soyutlama yeteneğinin yanı sıra, söz konusu çizimlerin olabildiğince gerçekçi [!] ve taslaksız [!] yapılmış olduklarından söz ediyor yazar.

Yedinci bölüm, teknik özelliklere ayrılmış:

En eski olduğu anlaşılan Chauvet Mağarası resimleri de tam bir ustalık sergilemektedir, bu da çok daha önceden beri devam eden bir geleneği gösterir, ve:

"... bu çok uzun süre boyunca, hiçbir yıkıcı afet, hiçbir kıtlık, hiçbir savaş, hiçbir vandallık, hiçbir salgın, hiçbir zihniyet değişikliği bu eğitimin aktarımını engellememiştir. ...üstelik Üst Paleolitik Çağ insanları sayıca azdı ve çok araç gerece sahip değildi, yaşam süreleri çok daha kısaydı ve her tür tehlikeye açıktılar ve belli dönemlerde, aynı bölgelerde, günümüzde karşılaştıklarımızdan çok daha sert iklimlere göğüs germek zorundaydılar.

... çizimlerde yer çizgisi bulunmaz, ... öyle ki, çizilen hayvanlar zaman ve mekanın dışındaymışçasına duvarın üzerinde adeta süzülüyordur. ... çiçek, bitki, ağaç, manzara, ... birkaç istisna dışında insan tasvirinin izi yoktur.

... kayanın tümsekli, eğik, oyuk, çıkıntılı, delikli yüzeyi de dahil olmak üzere hiçbir şey ilhamlarını kaçırmamış ve isteklerini kırmamıştır. Tüm bu engellere rağmen, kimi zaman devasa oranlardaki desenlerini, her zaman aynı derecede iyi bir şekilde, aynı görünür kesinlikle, bir tereddüdün gölgesi bile olmadan çizmişlerdir. 

... çok iyi bir modern çizerin aynı koşullar altında karşılaşacağı teknik güçlüklerin hiçbiri onları rahatsız etmiş gibi gözükmemektedir. ... besbelli ki, ya bu tarihöncesi sanatçılar her bakımdan sıradışı varlıklardı ya da gözümüzden kaçan bir şey var.

...desenlerinin büyük bir çoğunluğunu, gün ışığından en uzak yerlere, sıklıkla da yeraltının en derinlerine kondurmayı tercih ettikleri açıkça görülmektedir; ... erişimi daha kolay olan ve hiç zorlanmadan dekore edebilecekleri geniş yüzeyler sunan duvarlara sahip odaları bir kenara bırakmışlardır. Kimi zaman, desenlerini alçak ve engebeli bir tavana yaymak pahasına da olsa, dar bir geçidi,  engebesiz ve çok yakın bir duvara bile yeğlemişlerdir.

... çizmek için neye ihtiyaç vardır? çizecek bir alete ama öncelikle yüzeye... bugün bir sanatçı biraz yer kazanmak içinönceki çizimi elinin tersiyle silmeye az da olsa zaman ayıracaktır. Tarihöncesi insan ise hayatta bunu yapmaz. Önceki desenin orada olması hiç umurunda değildir: Varlığı onu hiç ilgilendirmeyen önceden çizilmiş hayvanı hiç dikkate almadan, onun üstüne bir başkasını çizer."

Norbert Aujoulat'tan alıntıyla yazarımız, örneğin "Lascaux boğalarının kronolojik incelemesinin de ortaya koyduğu gibi, bu üst üste binmiş desenler, birbirlerinden çok uzak dönemlerde yapılmıştır" diye belirtir.

Arkası yarın.




14 Kasım 2015 Cumartesi

İnsanlığın En Eski Muamması -1



Sene olmuş 2015 :)
En eski mağara resimleri 30 küsur bin yıllık, ama onun için demiyorum. Didik didik ettiğim, notlar aldığım bir kitap hakkında bi sayfa bir şey yazmam neden haftalar, aylar değil de yıllar alıyor, bundan diyorum. Aralık 2013'ten bugünlere bir çırpıda (!) gelmişim; işte tez de böyle böyle yalan oldu.
Neyse, ölesiye bunaldığım bugün, ölesiye bunalmayı bırak, dedim kendime, ve işte, başlayalım bakalım...

İlk bölümde yazar kendi desen ve resim deneyimininden söz ediyor ve yıllar boyunca sürdürdüğü bu pratikle koşut olarak yaptığı sanat tarihi okumalarından:

"Her okuma peşinden bir başka okumayı sürüklüyordu ve ben Batı resim tarihinin büyük bir kısmını kat etmiştim... Bir tek Quillet'nin Histoire de l'Art en deux volumes isimli büyük ansiklopedisindeki bir bölüm bana zorluk çıkarıyordu: Tarihöncesi mağara resimleri. ...röprodüksiyonlarına eşlik eden yazıların çoğunluğu, güzellikleri ve üslupları üzerinde duruyor ama daha fazlasını söylemiyordu. ...Güzelliklerine ve şöhretlerine rağmen, bir sis perdesi onları bizden ayırıyormuş gibi, orada asıl görülmesi gereken şeyi göremiyormuşuz gibi, soğuk ve gerçekdışı bir şey içeriyorlardı. Bunun neden kaynaklandığını daha yeni anladım."

Dırı-nı-nım. "Bunun neden kaynaklandığını daha yeni anladım" cümlesine bir vurgu yapıp yorum yapmadan devam edeyim.

İkinci bölümde, "anladığı şey"i sezdiriyor:

"... tarihöncesi duvar resimlerinin gizemi konusuna döndüm. Birkaç yıl önce, oğlumun üstünü örterken, aklıma, zaman içinde derinleştirmeye hiç vakit ayırmadığım bir fikir gelmişti. Sene 2004'tü. Oğlum sekiz yaşındaydı. Her akşam, uykuya dalmadan önce gidip onu öpüyordum ve baş başa biraz sohbet ediyorduk. O akşam ... ışığı söndürüp odadan çıkmadan önce, karşıdaki duvara bakıyordum ki aklıma acayip bir fikir geldi: Ya çözüm buysa? Hayır, gülünç, çok basit. Işığı söndürdüm ve bir daha bunu düşünmedim."
Üçüncü bölüm, son derece kısa ama faydalı bir mağara resimleri tarihçesi. Güzel bir özet.

Dördüncü bölüm, zurnanın zırt dediği yere geliyor: Bu resimlerin anlamı ne ola ki?

"Çizerlik deneyimim, sorunu tarihöncesi uzmanlarından biraz daha farklı ele alabileceğim hissini veriyordu bana. Zira Lascaux resimleri hakkındaki kitaplar, uzunca bir süre kitabevlerinin ve kütüphanelerin Sanat Tarihi bölümünde yer alsa da, Chauvet Mağarası'nın keşfi, onları Bilim bölümündeki Paleoantropoloji rafına taşımıştır: Bu da demek oluyor ki, kimi konular, tanımlarındaki sanatsal belirsizlikten mustaripler. Bu, araştırmacılar açısından bir tür sıkıntı mıdır yoksa hangi alana girdikleri konusunda -Sanat mı, arkeoloji mi?- bir belirsizlik işareti midir?"
Bu doğru tespit, insanın zihin yapısı itibariyle bir şeyi kategorize etmeden anlamlandıramadığını gösterdiği gibi, insanın gözünü boyayan estetik kavramının büyük ihtimal yanlış olarak "sanat mı bilim mi" bocalamasına götürdüğüne de işaret ediyor.

Yazar bu noktada, "... bu resimlerin doğasını ve işlevini açıklamak amacıyla, sadece daha önce dillendirilmiş açıklamaları ya da kuramları yeniden icat etmekten kaçınmak için bile olsa, geçmişte ve hatta yakın zamanda yayımlanan çeşitli varsayımlar hakkında önceden bilgi edinmenin" uygun olacağını düşünmüş ve kısaca bu resimelerin özellikleri ve işlevi konusunda yapılmış açıklamaları özetlemiş:

1. Eserlerin işlevinin salt dekoratif olması. Doğanın güzelliğini keşfeden ve onu sanatsal biçimde ifade etmeye çalışan Homo sapiens sapiens betimlemesi.
2. Başrahip Breuil'in bu resimleri faydacı sihir uygulamaları (av büyüsü) olarak yorumlaması.
3. Bir mağarada bulunan çocuk ayak izlerinin, bu yerlerin, avcılığa kabul (bir çeşit erginleme ritüeli) tapınakları olabileceği fikrine yol açması.
4. Leroi-Gourhan'ın, bu resimleri rastgele ve düzensiz değil, bütün bir mitolojinin varlığını gösteren, karmaşık ama tutarlı bir düzen olarak yorumlaması. Bizon ve atın oluşturduğu istatistiksel çiftin varlığını da buna ekliyordu: at: erkek; bizon: kadın.
5. Jean Clottes'un şamanizm yorumu. Hayvan ruhlarıyla temas kurmaya çalışan şamanların çizimleri.
6. Bunlar dışında, totemcilikten hayvan tanrılar tapınımına kadar, metafizik bir dünya görüşü temsilinden, kozmogoniden, hayvan imgelerinin gök haritasını simgelemesi yorumuna kadar çeşitli yorumlar (en saçmasını en sona saklamış :))

Bu açıklamalardan bazıları David'in sorularının birkaçına yanıt verebilse de, onu en çok şaşırtan noktayı aydınlatmıyormuş: "Tarihöncesi insanlar bu resimleri yapmayı nasıl becerebiliyordu?" Bu durum yetenekle açıklanamazdı: Çünkü "... çok yetenekli sanatçılar, bir gün çok yetenekli oldukları söylenebilsin diye çok çalışmış insanlardır"

Beşinci bölümde, çok haklı olarak "gelenek" ve "zaman" kavramlarına değiniyor yazar:

"Chauvet Mağarası (32.000 GÖ) ile Lascaux Mağarası (17.000 GÖ)arasında, neredeyse Lascaux Mağarası ile bizim aramızda olduğu kadar zaman farkı bulunuyor. ...iki mağaradaki eserleri ayıran zaman ölçüsü etkileyici ... iki yöredeki resimler arasındaki benzerlik çarpıcıdır: benzer bir açıda yerleştirilmiş aynı hayvan motifleri, görünüş olarak aynı rastlantısal düzenleme, aynı açıklanamaz üst üste binmeler, aynı "biçemsel usuller". Oysa iki bütünün yaratıcıları arasında on beş bin yıl vardır (on beş bin yıl!). Bu hiç tartışmasız, bir gelenek ile bir pratiğin en az on beş bin yıl boyunca hiçbir temel değişikliğe uğramadan sürdüğü anlamına gelir. Bu saptama, mantıksal olarak, belli biçemsel ölçütlere uyan bir desen tipine dair eğitimin de aynı süre boyunca sürmesini gerektirir."
 Sandığımdan uzun sürecek, bu gecelik burada bırakıyorum. İlk bölümün sonu.