Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel dürtü vardır. Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Katıksız egoizm. Zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma, çocukluğunda kendisini hakir gören yetişkinlerden intikam alma vb. gibi arzular. Bu dürtü yokmuş, güçlü değilmiş gibi davranmak saçmalıktır. Yazarlar bu özelliği bilim insanları, politikacılar, avukatlar, askerler ve başarılı iş adamlarıyla; kısacası insanlığın üst tabakasıyla paylaşır. İnsanların büyük çoğunluğu aşırı bencil değildir. Otuz yaşından sonra, birey olma hissini neredeyse tamaıyla terk eder ve genellikle başkaları için yaşar, veya sadece ağır işlerin altında ezilirler. Ancak bir de, sonuna dek kendi hayatlarını yaşamakta kararlı olan iradeli ve yetenekli insanlardan oluşan bir azınlık vardır ve yazarlar bu sınıfa dahildir. Şöyle söyleyebilirim ki, ciddi yazarlar gazetecilere oranla paraya daha az düşkün olsalar da, sonuçta daha kibirli ve benmerkezcidirler.
2. Estetik coşku. Dış dünyada ve diğer yandan sözcüklerde ve sözcüklerin doğru bir şekilde düzenlenmelerinde güzelliğin algılanması. Şu ya da bu sesin etkisinden, iyi nesrin sertliğinden ya da iyi bir hikayenin ritminden zevk duymak. Kişinin değerli bulduğu, kaçırılmaması gerektiğini hissettiği bir deneyimi paylaşma tutkusu. Estetik dürtüsü, birçok yazarda oldukça güçsüzdür; ama propaganda ya da ders kitabı yazan bir yazar bile, faydacı olmayan nedenlerle hoşuna giden sözcükleri ya da ifadeleri sevecektir veya tipografiyi, kenarların genişliğini vs. önemseyecektir. Demiryolu kılavuzu seviyesinin üstündeki hiçbir kitap estetik kaygılardan tamamen muaf değildir.
3. Tarihsel itki. Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bulma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu.
4. Politik amaçlar. "Politik" sözcüğü mümkün olan en geniş anlamında kullanılarak. Dünyayı belirli bir yöne götürme, diğer insanların uğrunda çabalamaları gereken toplumun nasıl bir şey olduğu hakkındaki fikirlerini değiştirme. Bir kez daha söylüyorum: Hiçbir kitap politik eğilimlerden gerçekten bağımsız değildir. Sanatın politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur.
George Orwell
Neden Yazıyorum
Türkçesi Levent Konca
s. 10-11.
Nefret ettiğim bir insanlık durumu olduğu halde, yaşım ilerledikçe, egosu yüksek biri olduğumdan giderek daha fazla şüpheye düşüyorum. Eğer öyle ise ve bunu kesin olarak keşfedebilirsem, aslında bu birçok şeyi açıklıyor olacak. Örneğin yazma tutkusunu :) Egoist olduğunu keşfetmek istenen bir şey olamaz elbette ama bu da sonunda tekamül demek. Rahatsız edici, nahoş ama faydalı. Düzeltebilirim belki. Orwell'in birinci maddesindeki ölümden sonra hatırlanma ve çocukluğunda olan şeylerden ötürü intikam alma gibi sebeplere kendim için katılmasam da, zeki görünmeyi, hakkında konuşulmasını istemeyi pekala ihtimal dahilinde görüyorum kendim için. Ah bir de sürekli artma eğiliminde olan bireysellik ve özgürlük arzusu var. Vah zavallı ben...
28 Ocak 2015 Çarşamba
25 Ocak 2015 Pazar
Ölümle dans
Edebiyat çok güzel bir şey ama ben artık çok zevk aldığım ve görevim olan başka bir konuya iyice ısınmak hatta onunla hemhal olmak durumundayım.
Maurice Bloch babanın "Almost eating the ancestors" makalesi, ölüm, gömme uygulamaları ve mitler üzerine kafa açıcı bilgilerle dolu, özellikle de arkeolog olanlarımız için.
Örneğin, Malgaşça razana sözcüğü bizim hem "ata" anlamındaki sözcüğümüze hem de özellikle mezara konulmuş "ceset" anlamındaki sözcüğümüze karşılık geliyormuş.
Aşağıdaki videoda gösterilen, Madagaskar'ın Merina halklarının famadihana ritüelinden küçük bir kesit. Kelime anlamı olarak "dönmek" olan famadihana, çok genel olarak tanımlamak gerekirse, ölünün mezarından çıkarılıp tekrar yerine konması arasında gerçekleştirilen ritüel uygulamaları kapsıyor. Aslında birkaç tipi var. Ölünün sarıldığı bezlerin birkaç rengini ve bu renklerin simgeselliğini, ritüelin uygulandığı gün servis edilen yiyecekler ve anlamlarını, çok kabaca ifade edilirse "ata yerine sığır yenmesi"ni anlatan, ritüelle bağlantılı miti düşündüğümde, "vah zavallı çok bilmiş, zavallı arkeologlar"dan başka bir şey gelmiyor aklıma; fenalaşıyorum, ay bayılazaaaaam.
Maurice Bloch babanın "Almost eating the ancestors" makalesi, ölüm, gömme uygulamaları ve mitler üzerine kafa açıcı bilgilerle dolu, özellikle de arkeolog olanlarımız için.
Örneğin, Malgaşça razana sözcüğü bizim hem "ata" anlamındaki sözcüğümüze hem de özellikle mezara konulmuş "ceset" anlamındaki sözcüğümüze karşılık geliyormuş.
Aşağıdaki videoda gösterilen, Madagaskar'ın Merina halklarının famadihana ritüelinden küçük bir kesit. Kelime anlamı olarak "dönmek" olan famadihana, çok genel olarak tanımlamak gerekirse, ölünün mezarından çıkarılıp tekrar yerine konması arasında gerçekleştirilen ritüel uygulamaları kapsıyor. Aslında birkaç tipi var. Ölünün sarıldığı bezlerin birkaç rengini ve bu renklerin simgeselliğini, ritüelin uygulandığı gün servis edilen yiyecekler ve anlamlarını, çok kabaca ifade edilirse "ata yerine sığır yenmesi"ni anlatan, ritüelle bağlantılı miti düşündüğümde, "vah zavallı çok bilmiş, zavallı arkeologlar"dan başka bir şey gelmiyor aklıma; fenalaşıyorum, ay bayılazaaaaam.
Etiketler:
famadihana,
Madagaskar,
mit,
ölü gömme,
ritüel
24 Ocak 2015 Cumartesi
Gevreklik
Gevrek:
[1] Kolayca kırılıp ufalanan. [2] (mecaz) Şen, neşeli (gülüş). [3] (malzeme bilimi) Kuvvet altında kırılmadan veya kopmadan önce çok az miktarda deformasyon yapan, belirgin bir deformasyon göstermeden bir anda kırılan veya kopan.
diyor Vikisözlük.
Ekliyorum: [4] (psikoloji) İnsanın psikolojik özelliklerinden biri. İnsanın haleti ruhiyesi de kuvvet altında kırılmadan veya kopmadan önce çok az miktarda deformasyon gösteren maddelere benzer; önceden işaret vermeksizin bir anda kırılıp kopabilir. Arada bir şen kahkahalar atması da hep bu gevreklik özelliğinden gelir.
Rilke ve Rodin
2013 temmuzunda Rodin Müzesi'ni gezerken, müze bahçesinde, Rilke'nin Rodin'e yazdığı mektupları sergileyen panoları gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Meğer 1900'lerin başında Rilke Rodin'in sekreterliğini yapmış. Rodin ile tanışmaları ve birlikte çalışmaya başlamalarının sebebi de Rilke'nin Rodin hakkında bir kitap yazmak istemesiymiş. Yanılmıyorsam şimdi müze olan bu binayı (Hotel Biron) konut ve atölye olarak kullanması için ona Rilke bulmuş.
Not: Yanılmıyormuşum, Rilke'nin Rodin'e yazdığı mektuba ve diğer Rodin yazışmalarına buradan göz atabilirsiniz:
http://www.musee-rodin.fr/en/collections/archives/letter-rainer-maria-rilke-auguste-rodin
23 Ocak 2015 Cuma
Jeff Buckley
Onu çok özlüyorum.
Özlem periyodik olarak, dalga dalga geliyor; onu götüren dalgalar gibi?
Karnımdan boynuma kadar çıkıp beni nefessiz bırakıyor.
Ünlü birini, hiç tanımadığın ve ölmeseydi de zaten hiç görmeyeceğin birini özlemek nasıl oluyor? Açıklayamıyorum, hissediyorum yalnızca.
Hayatımda tanıdığım en iyi cover yapan adam. En "duyarak" söyleyen adamlardan biri.
Bugün de bir özlem günü...
Özlem periyodik olarak, dalga dalga geliyor; onu götüren dalgalar gibi?
Karnımdan boynuma kadar çıkıp beni nefessiz bırakıyor.
Ünlü birini, hiç tanımadığın ve ölmeseydi de zaten hiç görmeyeceğin birini özlemek nasıl oluyor? Açıklayamıyorum, hissediyorum yalnızca.
Hayatımda tanıdığım en iyi cover yapan adam. En "duyarak" söyleyen adamlardan biri.
Bugün de bir özlem günü...
21 Ocak 2015 Çarşamba
Acı Bilgi
11
Yazmasaydım ne olacaktı, demek de vardı. "İki tür melankolik görülür" diyor Petrarca, "birileri taşlar atıyor, öbürleri kitaplar yazıyor." Yazma hastalığı ile yaşa(yama)ma hastalığı göğüs göğüse çarpışıyor aslında. Oyalanmama anlam veremezsem, yola devam edemem ki. Herkes tutunuyor, aczimin üstünlüğüne kapılmıyorum. Düpedüz yalan söylüyorum işte: Pekala, zaman zaman (eskisi gibi sık sık değil ama), aczimi üstün tuttuğumu biliyorum -ben değil miyim 'şu beni uçuran notaların ikiyüzelli yıl sonrasına hak kazanmış olmalarına benzer bir yazgısı olsun dilerim harflerimin' diye yanıp tutuşmuş, tutuşmakta olan? Claude Darreye gibi, inancı bana gerçekten, dipten inandırıcı gelen bir avuç insan dışında, kendi aczime tutunuş biçimimi yenik kılabilecek güç(lülük)te kaç duruşla karşılaştım bugüne dek?
Taşlar kitaplardan farklı olsalardı.
s. 309
"Forgetting
I said
Can
The Design
Of the fugue
Be transferred
To poetry?"
Louis Zukofsky, "A"
epigraf'tan
Enis Batur
Acı Bilgi
Fugue Sanatı Üzerine Bir Roman Denemesi
Ocak 2015
Kırmızı Kedi Yayınevi
Yazmasaydım ne olacaktı, demek de vardı. "İki tür melankolik görülür" diyor Petrarca, "birileri taşlar atıyor, öbürleri kitaplar yazıyor." Yazma hastalığı ile yaşa(yama)ma hastalığı göğüs göğüse çarpışıyor aslında. Oyalanmama anlam veremezsem, yola devam edemem ki. Herkes tutunuyor, aczimin üstünlüğüne kapılmıyorum. Düpedüz yalan söylüyorum işte: Pekala, zaman zaman (eskisi gibi sık sık değil ama), aczimi üstün tuttuğumu biliyorum -ben değil miyim 'şu beni uçuran notaların ikiyüzelli yıl sonrasına hak kazanmış olmalarına benzer bir yazgısı olsun dilerim harflerimin' diye yanıp tutuşmuş, tutuşmakta olan? Claude Darreye gibi, inancı bana gerçekten, dipten inandırıcı gelen bir avuç insan dışında, kendi aczime tutunuş biçimimi yenik kılabilecek güç(lülük)te kaç duruşla karşılaştım bugüne dek?
Taşlar kitaplardan farklı olsalardı.
s. 309
"Forgetting
I said
Can
The Design
Of the fugue
Be transferred
To poetry?"
Louis Zukofsky, "A"
epigraf'tan
Enis Batur
Acı Bilgi
Fugue Sanatı Üzerine Bir Roman Denemesi
Ocak 2015
Kırmızı Kedi Yayınevi
12 Ocak 2015 Pazartesi
Hope/Umut
314
“Umut”
tüyleri olan şeydir
Ruha
tüneyen-
Ve
sözsüz bir melodiyi söyler
Durup
dinlenmeden
En
tatlısı da –Fırtınada- duyulur
Mahcup
olmak şöyle dursun küçük Kuş
Rüzgar ne denli şiddetliyse
Isıtayım, diye sana o kadar sokulur
En soğuk ülkede işittim onu
Ve en bilinmeyen denizlerde
-Asla- son raddede bile
İstemedi benden tek bir zerre.
“Hope”
is the thing with feathers-
That perches in the soul-
And sings the tune without the words-
And never stops -at all-
And sweetest -in the Gale- is heard-
And sore must be the storm-
That could abash the little Bird
That kept so many warm-
I've heard it in the chillest land-
And on the strangest Sea-
Yet –never- in Extremity,
It asked a crumb - of me.
That perches in the soul-
And sings the tune without the words-
And never stops -at all-
And sweetest -in the Gale- is heard-
And sore must be the storm-
That could abash the little Bird
That kept so many warm-
I've heard it in the chillest land-
And on the strangest Sea-
Yet –never- in Extremity,
It asked a crumb - of me.
Emily Dickinson
6 Ocak 2015 Salı
say bademleri
say, acı olanı ve seni uykusuz koyanı
say beni de onlardan:
Gözlerini açtığında ve bakmazken kimse sana, aradım gözlerini
Kimsenin kalbine ulaşmayan
bir sözü saklıyordu testi,
Teriydi süzülen, öyle düşündün.
Oysa ter diye süzülen çiyde
o gizli ipliği ben ördüm.
İlk orada aldın adını, senin olan
emin adımlarla atıldın kendine,
suskunluğunun çanları salındı serbestçe,
bölük pörçük duydukların sana katıldı,
ölü de kolunu sana doladı,
üçünüz bir olup gittiniz gecenin içinde.
Acıt beni.
Bademlere kat beni.
Paul Celan
Çev. Ben (Yaz 2014)
Kimsenin kalbine ulaşmayan
bir sözü saklıyordu testi,
Teriydi süzülen, öyle düşündün.
Oysa ter diye süzülen çiyde
o gizli ipliği ben ördüm.
İlk orada aldın adını, senin olan
emin adımlarla atıldın kendine,
suskunluğunun çanları salındı serbestçe,
bölük pörçük duydukların sana katıldı,
ölü de kolunu sana doladı,
üçünüz bir olup gittiniz gecenin içinde.
Acıt beni.
Bademlere kat beni.
Paul Celan
Çev. Ben (Yaz 2014)
Zähle die Mandeln
Zähle die Mandeln,
zähle, was bitter war und dich wachhielt,
zähl mich dazu:
Ich suchte dein Aug, als du’s aufschlugst und niemand dich ansah,
ich spann jenen heimlichen Faden,
an dem der Tau, den du dachtest,
hinunterglitt zu den Krügen,
die ein Spruch, der zu niemandes Herz fand, behütet.
Dort erst tratest du ganz in den Namen, der dein ist,
schrittest du sicheren Fußes zu dir,
schwangen die Hämmer frei im Glockenstuhl deines Schweigens,
stieß das Erlauschte zu dir,
legte das Tote den Arm auch um dich,
und ihr ginget selbdritt durch den Abend.
Mache mich bitter.
Zähle mich zu den Mandeln.
--------------------------------------------------------
Bademlerden Say beni
zähle, was bitter war und dich wachhielt,
zähl mich dazu:
Ich suchte dein Aug, als du’s aufschlugst und niemand dich ansah,
ich spann jenen heimlichen Faden,
an dem der Tau, den du dachtest,
hinunterglitt zu den Krügen,
die ein Spruch, der zu niemandes Herz fand, behütet.
Dort erst tratest du ganz in den Namen, der dein ist,
schrittest du sicheren Fußes zu dir,
schwangen die Hämmer frei im Glockenstuhl deines Schweigens,
stieß das Erlauschte zu dir,
legte das Tote den Arm auch um dich,
und ihr ginget selbdritt durch den Abend.
Mache mich bitter.
Zähle mich zu den Mandeln.
--------------------------------------------------------
Bademlerden Say beni
Say bademleri,
say acı olanı, uyanık tutanı say,
beni de onlara kat:
Gözünü arardım hep, gözünü açtığında,
sana kimselerin bakmadığı bir anda,
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben,
ki onun üzerinde tasarladığın çiy'in
testilere doğru kaydığı bir zamanda,
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan.
Ancak böyle varırdın adına, senin olan,
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek,
savrulurdu çekiçler sanki bir çan kulesi
boşluğundaymış gibi senin suskunluğunun.
Ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.
Beni de acı yap, acı yap beni.
Bademlerden say beni.
Çevirenler: Ahmet Necdet-Gertrude Durusoy
daş
Şiir nedir biliyon mu
biliyon mu derken şive esprisi değil
başka bir şey var aklımda hocam
hocam derken de öyle hocam değil o
başka bir şey yani
biliyon mu derken şive esprisi değil
başka bir şey var aklımda hocam
hocam derken de öyle hocam değil o
başka bir şey yani
Daş var ya daş
aha şiir o daştır işte
Hani bir sinemacının dediği
ayakkabının içindeki değil,
bayağı alıp fırlatmalık
aha şiir o daştır işte
Hani bir sinemacının dediği
ayakkabının içindeki değil,
bayağı alıp fırlatmalık
Şiir direnmektir
falan da değil,
basbayağı saldırmaktır
kafa göz girip
falan da değil,
basbayağı saldırmaktır
kafa göz girip
Ay sinirlerim boşandı
ya da
Valla damar damar üstüne bindi
gibibirşeydir
İşte coşku moşku bi bişeyler
ya da
Valla damar damar üstüne bindi
gibibirşeydir
İşte coşku moşku bi bişeyler
Evet
en çok da
coşkudur şiir
(bence)
en çok da
coşkudur şiir
(bence)
Eylül 2014
32
Kaç yaşında olduğunu bilmeseydin, kaç yaşında olurdun
diye bir soru okudum
Oturdum düşündüm
diye bir soru okudum
Oturdum düşündüm
32 yaşında olurdum
1982li yani
Aynı şey olduğunu ben de biliyorum
Zararı yok, olsun
1982li yani
Aynı şey olduğunu ben de biliyorum
Zararı yok, olsun
32 yaşında ve 1982li olurdum
demek istiyorum
Tekrar etmek iyidir
İyidir tekrar
demek istiyorum
Tekrar etmek iyidir
İyidir tekrar
İsmim de şey olurdu
Rahat rahat "şeycim şunu uzatır mısın"
filan diyebilirlerdi
Rahat rahat "şeycim şunu uzatır mısın"
filan diyebilirlerdi
Herzamanki gibi lafı dolandırırken unuttum
Ne diyordum
He tamam ismim ne olurdu
Ne diyordum
He tamam ismim ne olurdu
İsmim kesinlikle Neşe olmazdı
Işıl olabilirdi bak,
Işıl'ı sevdim
Işıl güzel oldu, iyidir Işıl
Ama konumuz bu değil
Işıl olabilirdi bak,
Işıl'ı sevdim
Işıl güzel oldu, iyidir Işıl
Ama konumuz bu değil
Kaç yaşında olduğumu bilmeseydim
bütün oyunları izlerdim kış boyu
bütün festivallerden bilet alırdım
bol bol eğlenirdim
sabahlara kadar eller havaya
(şaka lan şaka)
Neyse bunların da konumuzla hiç ilgisi yok
bütün oyunları izlerdim kış boyu
bütün festivallerden bilet alırdım
bol bol eğlenirdim
sabahlara kadar eller havaya
(şaka lan şaka)
Neyse bunların da konumuzla hiç ilgisi yok
Bir de şu var
Bilmeseydim kaç yaşında olduğumu
Nasıl bilecektim
ne kadar zamanım kalmış olduğunu
Kaç yaşında olduğumu da domuz gibi biliyorum
o ayrı
Bilmeseydim kaç yaşında olduğumu
Nasıl bilecektim
ne kadar zamanım kalmış olduğunu
Kaç yaşında olduğumu da domuz gibi biliyorum
o ayrı
Hey sen!
Kaç yaşında olduğunu bilmesen,
kaç yaşında olurdun
Konumuz bu
Kaç yaşında olduğunu bilmesen,
kaç yaşında olurdun
Konumuz bu
Eylül 2014
dem
geliyorum çay demle
desem
bu bir dize midir
desem
bu bir dize midir
içinden söyle
çay demle geliyorum, diye
yalnızlığıma söylemişsem eğer?
yalnızlığıma söylemişsem eğer?
Eylül 2014
kan
Derler ki
Bir şiire silah girmişse
mutlaka patlayacaktır
mutlaka patlayacaktır
Ölüm girmişse zaten ohooo
Hem boşuna mı Pavese'nin çıkıp
bu dizeye gelişi
bu dizeye gelişi
Ama yine de
ölümle bir arada düşünemezsin şiiri
ölümle bir arada düşünemezsin şiiri
Ulan!
Kan diyorum kan!
Hani "bütün kelimelerin altında olan"
Hani "bütün kelimelerin altında olan"
ve bir önceki kayıptan
güç bela yetecek kadar kalan
güç bela yetecek kadar kalan
Ağustos 2014
adrenalin tutkusu, iniş çıkışlar ve diğer şeyler
Otuzlu yaşların başlarına kadar, oldukça mutlu, kendiyle barışık, saatlerce kendini vererek yorulmadan çalışabilen, depresyonu bir yana bırak, ciddi bir üzüntü bile geçirmemiş bir kadından, on yılda kendine güvensiz, sık sık kötü hisseden, kendine değer vermeyen, çalışamayan, üretemeyen bir kadın haline geldim. Gelmiştim. Nasıl bu hale geldiğimi bir yana bırakıyorum artık. Önemi yok. Neyse ne.
Tanımadığım bir ben çıktı içimden, üzerime oturdu; önce kabul etmek istemedim. Baktım hiçbir yere gidesi yok, tanışmak zorunda kaldım. Sonra da alışmak. Giderek bu tanımadığım bene dönüşünce, sorun kalmadı. Bu yeni ben, sürekli keyifsiz, bir adımı ötekinin önüne düşünmeden atar gibi, sadece yükümlülüklerini otomatik olarak yerine getirirken, bir günü diğerine sürüklemekle yetinen biriydi. Keyifsizlik normal kabul edilince, sorun ortadan kalkmıştı.
Uzun bir zaman sonra bir şeyler oldu. Keyifsizlik bir sorun olarak kendini hissettirmeye başladı. Artık robot gibi devam edemiyordum; eski ben içerden zorluyordu. Böylece keyifli anlar, keyifsizlerle nöbetleşe girdi yaşamıma. Kısa konsantrasyonlarla, çalışabiliyordum artık, ama çalışamadığımda ve kötü hissettiğimde, üzüntüyü ve hayıflanmayı eskiye göre çok daha büyük ölçüde, daha derinden duyuyordum. Çünkü keyiflenilebileceğini fark etmiştim. Kontrast yapmıştı.
Şimdi yeni bir safhadayım. İniş çıkışlar hala var, ama ben onları kullanmayı öğrendim. Yakınmanın (hem de hiç), terapinin (her ne kadar çok emin olmasam da), hafif yollu ilaçların (ağırlarına zaten ihtiyacım yok), alkollü içeceklerin (aslında bazen faydası olmuyor değil) faydasını görmeyince. Yüksek ve hızlıyken, keyfim yerindeyken, düzyazı yazmak, ya da herhangi bir şekilde yazmak -hiç değilse kopya etmek, not almak- keyifsizken de dize düşürmeye çalışmak ya da çeviri yapmak çok iyi geliyor. İkisinin arası bir durumdayken de teze çalışıyorum. Çalışmak, ya da en azından çalışmaya çalışmak, en iyi ilaç. Ha yazdıklarım kendimi kandırmak-avutmak mı, belki; sanat mı, tabii ki hayır. Ama iyi geldiği kesin. Örneğin bu bloga verdiğim son iki haftadaki iki ara, bana hiç iyi gelmedi. Düzenli olmaya devam etmeli. Ne olursa olsun.
Ha bir de adrenalin tutkusundan söz edecektim. en başta aslında ondan konuşmayı planlamıştım.
Benim adrenalin tutkumu keşfetmem çok yenilerde oldu. Adrenalin manyağı olmak için ille de ekstrem spor yapmak şart değil. Ki hiç sevmem. Ama bir şekilde kendimi çeşitli süreli sözlerin yükümlülüğü altına ardı ardına sokmak yoluyla adrenalin bağımlısı yapmışım. Geçemeyeceğim yerlere kabak bağlamakta ne kadar da ustalaşmışım, fark etmeden. Bu yükümlülüklerin bir bölümü maddi, bir bölümü de manevi. Tabii manevi olanların yükü daha ağır. Ama geri durmuyorum. Duramıyorum. Heyecanın, bu türden sıkıntının bağımlısı olmuşum. Kendimi kurcalamaktan iyidir yine de...
Tanımadığım bir ben çıktı içimden, üzerime oturdu; önce kabul etmek istemedim. Baktım hiçbir yere gidesi yok, tanışmak zorunda kaldım. Sonra da alışmak. Giderek bu tanımadığım bene dönüşünce, sorun kalmadı. Bu yeni ben, sürekli keyifsiz, bir adımı ötekinin önüne düşünmeden atar gibi, sadece yükümlülüklerini otomatik olarak yerine getirirken, bir günü diğerine sürüklemekle yetinen biriydi. Keyifsizlik normal kabul edilince, sorun ortadan kalkmıştı.
Uzun bir zaman sonra bir şeyler oldu. Keyifsizlik bir sorun olarak kendini hissettirmeye başladı. Artık robot gibi devam edemiyordum; eski ben içerden zorluyordu. Böylece keyifli anlar, keyifsizlerle nöbetleşe girdi yaşamıma. Kısa konsantrasyonlarla, çalışabiliyordum artık, ama çalışamadığımda ve kötü hissettiğimde, üzüntüyü ve hayıflanmayı eskiye göre çok daha büyük ölçüde, daha derinden duyuyordum. Çünkü keyiflenilebileceğini fark etmiştim. Kontrast yapmıştı.
Şimdi yeni bir safhadayım. İniş çıkışlar hala var, ama ben onları kullanmayı öğrendim. Yakınmanın (hem de hiç), terapinin (her ne kadar çok emin olmasam da), hafif yollu ilaçların (ağırlarına zaten ihtiyacım yok), alkollü içeceklerin (aslında bazen faydası olmuyor değil) faydasını görmeyince. Yüksek ve hızlıyken, keyfim yerindeyken, düzyazı yazmak, ya da herhangi bir şekilde yazmak -hiç değilse kopya etmek, not almak- keyifsizken de dize düşürmeye çalışmak ya da çeviri yapmak çok iyi geliyor. İkisinin arası bir durumdayken de teze çalışıyorum. Çalışmak, ya da en azından çalışmaya çalışmak, en iyi ilaç. Ha yazdıklarım kendimi kandırmak-avutmak mı, belki; sanat mı, tabii ki hayır. Ama iyi geldiği kesin. Örneğin bu bloga verdiğim son iki haftadaki iki ara, bana hiç iyi gelmedi. Düzenli olmaya devam etmeli. Ne olursa olsun.
Ha bir de adrenalin tutkusundan söz edecektim. en başta aslında ondan konuşmayı planlamıştım.
Benim adrenalin tutkumu keşfetmem çok yenilerde oldu. Adrenalin manyağı olmak için ille de ekstrem spor yapmak şart değil. Ki hiç sevmem. Ama bir şekilde kendimi çeşitli süreli sözlerin yükümlülüğü altına ardı ardına sokmak yoluyla adrenalin bağımlısı yapmışım. Geçemeyeceğim yerlere kabak bağlamakta ne kadar da ustalaşmışım, fark etmeden. Bu yükümlülüklerin bir bölümü maddi, bir bölümü de manevi. Tabii manevi olanların yükü daha ağır. Ama geri durmuyorum. Duramıyorum. Heyecanın, bu türden sıkıntının bağımlısı olmuşum. Kendimi kurcalamaktan iyidir yine de...
5 Ocak 2015 Pazartesi
Bir Berlin rüyası
Şimdi aşağıda yazacaklarımı aslında yazmamalıydım. Sevgili dostum rüyaların yazılmaması gerektiği konusunda beni uyarmış, ben de ona hak vermiştim. Hem de aynı rüya üzerinde konuşurken. Yazılmaması derken, kamuya açılmamasını kast ediyoruz. Ama bu gece bir istisna yapacağım maalesef. 2013 Eylül'ünde gördüğüm rüya şöyle:
Hangisi olduğunu bilmediğim bir üniversite kampüsündeyim; uydurma bir rüya fonu işte. Daha önce görmediğim bir yer. Büyük, derin, L biçimli bir yüzme havuzunun içinde Jamiroquai, kendi şişirebildiği, kedi formunda şeffaf bir balonun içine girip geziyor. Bir süre sonra balonun havası bitiyor ve bittiği her seferinde benim yakınımdaysa gelip beni öpüyor. Ben havuzun kenarında oturup ayaklarımı içine sokuyorum. Çok eğlenceli geliyor bu bize, yanaklarımız ağrıyana kadar gülüyoruz, öpüşüyoruz. İkimiz de sırılsıklamız, ama üşütüp hasta olacak diye onun için endişeleniyorum.
Rüya bu kadar; ya ben bu kadarını hatırlıyorum ya da gürültüyle uyandığım için yarım kaldı. Ama yine de uykum bölünmese hatırlayamayacağım için yaşasın haşorta! Bu gürültüye hışırtı diyemeyeceğim, haşır huşur bir sesle yerimden fırladım. Fırlarken de şöyle düşündüm: Mutfaktaki çöpü bir fare dağıtıyor! Ya da pencereden içeri bir kuş girdi, cama çarpıyor! Halbuki ne alaka... Yatarken pencereleri kapıyordum, fare de düşük bir olasılık, aslında. Neyse, kapının deliğinden baktım, yandaki tadilatta çalışan bir işçi çimento torbası katlıyor. Ve bütün bunlar saniyeler içinde oluyor.
Neyse, rahatlayınca, suratıma rüyada da olsa Jamiroquai ile öpüşmüş olmanın sırıtması yayıldı. Oha lan, ne güzeldi! Ama bu absürd rüya da neyin nesiydi, not ettim bir kenara ama saçmalığını bir süre hiçbir yere oturtamadım, analiz edene kadar canım çıktı. Önce "şimdi sıçtın Freud efendi, bu kez yanıldın, rüyanın ana malzemesi bir önceki günden değil," diye düşündüm. Tabii ki ben yanıldım. Yaşlı bilge kurt yanılacak değil ya.
Analizi şöyle:
Uzun zamandır Jamiroquai dinlememiş olmam beni başta yanılttı. Önceki gün ne yapmış-etmiş olduğumun bir listesini çıkardım, olabildiğince: işte, kütüphaneye git, U-Bahn, yollar, Lidl, eve gel, ayrıntılar, bira, vs. gece yatmadan dinlediğim şarkılar. Bingo! Sezen Aksu salağından, "dört günlük bir şey" şarkısını dinlemiş bulunmuştum. Şarkının sözlerinde diyor ki, "ben sana bir annenin evladına duyduğu hisleri besledim". Çüş. ensestte son nokta. Bu karılar yapıyor bu adamları böyle, ne sakat düşünceler, diye sinirlenerek zıbarıp yattım. Daha güzelim "sikimsonik" kelimesini bilmediğim için onu sarfedemedim.
Rüyamda, bu sorunun çözümüyle uğraşmışım meğer: "İnsan sevdiceğine bir annenin evladına duyduğu hisleri besleyebilir mi?" Jamiroquai, arzulanan erkekler listesinden rastgele seçilmişti, aslında oğlumu temsil ediyordu. Çünkü Güneş Paris'te Lunaparkta havuzda debelenilen bu şişme balon zımbırtısına binmiş, çok da eğlenmişti. Rüyada çözdüğüm şey şuydu, insan koskoca bir adam için üşütecek diye endişeleniyorsa, demek ki bir nevi annelik duyguları da beslemiş oluyor ona karşı. Ama yine de Sezen Aksu'yla aynı şeyden bahsettiğimizden emin değilim. Bu bağlantıları kurmam üç günümü aldı, şimdi çözünce çok basit gelse de.
Aha da Jamiro. Ben de dinleyeyim belki rüyamda görürüm :D
Hangisi olduğunu bilmediğim bir üniversite kampüsündeyim; uydurma bir rüya fonu işte. Daha önce görmediğim bir yer. Büyük, derin, L biçimli bir yüzme havuzunun içinde Jamiroquai, kendi şişirebildiği, kedi formunda şeffaf bir balonun içine girip geziyor. Bir süre sonra balonun havası bitiyor ve bittiği her seferinde benim yakınımdaysa gelip beni öpüyor. Ben havuzun kenarında oturup ayaklarımı içine sokuyorum. Çok eğlenceli geliyor bu bize, yanaklarımız ağrıyana kadar gülüyoruz, öpüşüyoruz. İkimiz de sırılsıklamız, ama üşütüp hasta olacak diye onun için endişeleniyorum.
Rüya bu kadar; ya ben bu kadarını hatırlıyorum ya da gürültüyle uyandığım için yarım kaldı. Ama yine de uykum bölünmese hatırlayamayacağım için yaşasın haşorta! Bu gürültüye hışırtı diyemeyeceğim, haşır huşur bir sesle yerimden fırladım. Fırlarken de şöyle düşündüm: Mutfaktaki çöpü bir fare dağıtıyor! Ya da pencereden içeri bir kuş girdi, cama çarpıyor! Halbuki ne alaka... Yatarken pencereleri kapıyordum, fare de düşük bir olasılık, aslında. Neyse, kapının deliğinden baktım, yandaki tadilatta çalışan bir işçi çimento torbası katlıyor. Ve bütün bunlar saniyeler içinde oluyor.
Neyse, rahatlayınca, suratıma rüyada da olsa Jamiroquai ile öpüşmüş olmanın sırıtması yayıldı. Oha lan, ne güzeldi! Ama bu absürd rüya da neyin nesiydi, not ettim bir kenara ama saçmalığını bir süre hiçbir yere oturtamadım, analiz edene kadar canım çıktı. Önce "şimdi sıçtın Freud efendi, bu kez yanıldın, rüyanın ana malzemesi bir önceki günden değil," diye düşündüm. Tabii ki ben yanıldım. Yaşlı bilge kurt yanılacak değil ya.
Analizi şöyle:
Uzun zamandır Jamiroquai dinlememiş olmam beni başta yanılttı. Önceki gün ne yapmış-etmiş olduğumun bir listesini çıkardım, olabildiğince: işte, kütüphaneye git, U-Bahn, yollar, Lidl, eve gel, ayrıntılar, bira, vs. gece yatmadan dinlediğim şarkılar. Bingo! Sezen Aksu salağından, "dört günlük bir şey" şarkısını dinlemiş bulunmuştum. Şarkının sözlerinde diyor ki, "ben sana bir annenin evladına duyduğu hisleri besledim". Çüş. ensestte son nokta. Bu karılar yapıyor bu adamları böyle, ne sakat düşünceler, diye sinirlenerek zıbarıp yattım. Daha güzelim "sikimsonik" kelimesini bilmediğim için onu sarfedemedim.
Rüyamda, bu sorunun çözümüyle uğraşmışım meğer: "İnsan sevdiceğine bir annenin evladına duyduğu hisleri besleyebilir mi?" Jamiroquai, arzulanan erkekler listesinden rastgele seçilmişti, aslında oğlumu temsil ediyordu. Çünkü Güneş Paris'te Lunaparkta havuzda debelenilen bu şişme balon zımbırtısına binmiş, çok da eğlenmişti. Rüyada çözdüğüm şey şuydu, insan koskoca bir adam için üşütecek diye endişeleniyorsa, demek ki bir nevi annelik duyguları da beslemiş oluyor ona karşı. Ama yine de Sezen Aksu'yla aynı şeyden bahsettiğimizden emin değilim. Bu bağlantıları kurmam üç günümü aldı, şimdi çözünce çok basit gelse de.
Aha da Jamiro. Ben de dinleyeyim belki rüyamda görürüm :D
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)