26 Şubat 2015 Perşembe

Sabahattin Ali, Ahmed Arif ve Orhan Veli'den mektuplar

Bu yazıyı tam bir yıl önce yazmayı tasarlamıştım. Bugün masamın üstündeki kağıt ve kitap yığınlarını gözden geçirirken en altta birlikte duran üç kitabı görünce, hem bir yıldır masamda düzenleme yapmaksızın bir şeyler biriktirdiğim hem de yazıyı bir yıldır salladığım çıktı ortaya. Bugünün (25 Şubat) Sabahattin Ali'nin doğum günü olması da ayrıca hoş bir tesadüf oldu. 

Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı aşk mektupları Eylül 2013'te, Sabahattin Ali'nin karısı ve kızına yazdığı mektuplar Kasım 2013'te, Orhan Veli'nin Nahit Hanım'a yazdığı mektuplar Şubat 2014'te yayımlandı. Sonuncusu çıkıp da okuduğumda öyle üzüldüm, öfkelendim ve Orhan Veli'nin yerine o denli haksızlığa uğramış hissettim ki, edebiyatçının hayatının mahremiyeti ve "şairin hayatı şiire dahil" mi bağlamında bu üç kitabı birlikte ele almanın uygun olacağını düşündüm.

Canım Aliye, Ruhum Filiz





















Mektupları yayına hazırlayan Sevengül Sönmez, önsözde bu süreci şöyle anlatıyor:

"Geçtiğimiz aylarda, Sabahattin Ali'den geriye kalanları bir kez daha gözden geçirirken üzerinde 'bana mektuplar' yazan bir zarf gördüm. Elyazısı Aliye Ali'ye aitti; mektuplar tanıdıktı, ancak göz atınca fark ettim ki bir kısmı, bazı bölümleri kısaltılarak yayımlanmıştı. Böylece tüm mektupları dikkatle okumaya karar verdim. Aliye Ali, mektupları Osmanlıcadan çevirerek yayına hazırlarken Sabahattin Ali'nin nişanlı oldukları 1935 yılına ait mektuplarının dokuz tanesini ve 1944-1948 yıllarında Filiz Ali'ye yazdığı mektupların bir kısmını kitaba almamayı tercih etmiş.
Mektupları eksiklerini gidererek yayımlamaya karar verdim.
...
Canım Aliye, Ruhum Filiz 'Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali'nin benimle paylaştığı belge ve bilgiyle oluşturulmuş bir kitaptır. Kendisine teşekkürlerim sonsuzdur."

Burada, nahoş bir şeyler var: mahremiyetin ihlali; bununla birlikte, bu durumu şimdi değil, yazının sonunda ölçüte vurarak  tartışabilmeyi umuyorum.

Leylim Leylim



















Kitabın editörü Ruken Kızıler, "Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasında gizlidir" diyerek söze başlıyor, yazdığı giriş yazısında. Sonra, "...bu kitap, edebiyat tarihçilerimize kuşkusuz önemli bilgiler sunmayı vadediyor. Yazıldıkları dönemin entelektüel ve yayın ortamını, Ahmed Arif'in sürgün günlerini, yaşadığı siyasi baskıyı, içsel dünyasını ve en çok da aşkını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor" diyor. Mektupların yayımlanış öyküsünü ise şöyle aktarıyor:
"Yayıncı refleksiyle Leyla Hanım'ı ikna etmeye çalıştık, bunlar kesinlikle ortaya çıkmalıydı, Hasretinden Prangalar Eskittim, Cemal Süreya'ya Mektuplar ve Refik Durbaş'ın hazırladığı Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu dışında Ahmed Arif'ten geriye kalan yazılı bir şey yoktu.
Leyla Hanım o yıllarda istemiyordu yayımlanmasını, 'ben öldükten sonra...' düşüncesi hakimdi.

... Bu arada Kalan yayımlandı ve yayınevi olarak bir tanıtım kokteyli düzenledik. Ahmed Arif'in oğlu Filinta Önal'ı da davet ettik. Leyla Hanım onunla tanışmayı çok istiyordu. Bu buluşmayla güzel bir yakınlık kuruldu ve Filinta'ya mektuplardan söz edildi. Leyla Hanım, Önal ailesinin yaklaşımını önemsiyordu. Filinta tüm içtenliğiyle 'Siz ve babam edebiyatımızın en değerli şahsiyetlerindensiniz, elbette ki bu mektuplar yayımlanmalı...'.

Sonra Leyla Hanım Kalan'dan doğma Tuhaf Bir Erkek'i yazmaya başladı. Kitabın bitmesine yakın 'Ahmed'in mektuplarını yayımlamak istiyorum artık' deyiverdi. Hatta o günlerde kendisiyle yapılan röportajlarda bu mektuplardan söz etti ve yayımlanacağını duyurdu. Son görüşmemizde zamanı kalmadığını ve ölmeden kitabı görmek istediğini şiddetle haykırmıştı. Sonra sağlık durumu iyice ciddileşti ve ne yazık ki bu kitabı göremeden aramızdan ayrıldı".

Yalnız Seni Arıyorum



Editör Murat Yalçın, "Bir Sevdanın Belgesi" adını verdiği giriş yazısında, mektupların yazıldığı Nahit Hanım'ı 
"... edebiyat mahfillerinde 'Orhan Veli'nin sevgilisi' diye ünlenmesinin yanı sıra 1930'lardan 1990'lara, tam altmış yıl boyunca evini bir sanat albümüne çevirmiş; hakkında şiirler (Sabahattin Ali, Orhan Veli, Arif Damar, Gülten Akın) ve yazılar yazılmış; Atatürk'le üç defa dans etmiş bir hanımefendi portresi ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz." 
sözleriyle tanıtıyor. Can alıcı kısımları uzun uzun alıntılayacağım:

"Besbelli,  ketumiyet ve dirayet sahibi bir hanımmış: Aşkını röportaj yoluyla ifşa etmesi ve özellikle de bu mektupları yayımlaması için, dostları ve gazeteciler tarafından sıkıştırılmasına rağmen, Orhan Veli'nin ardından yaşadığı 52 yıl boyunca bu kırık aşk hikayesini kalbine ve bu aşkın delillerini ise sandığına gömmüş -bir define gibi!
Peki, biz o defineye nasıl ulaştık? 
... mektupların Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Ömer M. Koç'un koleksiyonuna geçmesi, üstelik Ömer Bey'in bu mektupları okuruna kavuşturma arzusu bizde büyük bir coşku yarattı. Ancak, bizim can atmamız yetmezdi... Defineye varmak için açılması gereken zarif bir kapı vardı: Orhan Veli'nin kız kardeşi Sayın Füruzan Yolyapan'ın muvafakati. Füruzan Hanım, Nahit Hanım'ın bu mektupların yayımlanmaması ricasında bulunduğundan, kendisinin de ağabeyinin edebi kişiliğini zedeleyebileceği endişesi taşıdığından söz etti."

El insaf... diyelim. Ama devam edelim:

"... Ne var ki, gönlümüz mektupların daha fazla gömülü kalmasına razı olmazdı -üstelik bu kadar yakınımızdayken. 
Gerçek yayıncılar iyi bilir, mektup yayımlamak netameli iştir. Bir kere, mahremiyete el atmaktır. Sonra, hukuki sonuçlara gebedir. Hele hele bu kişi bir topluma, bir kültür ve edebiyata mal olmuş biriyse iş daha da çetrefillidir. Ancak biz, gün ışığına çıkaracağımız mektupların Orhan Veli ile Nahit Hanım'ın aziz hatıralarına saygısızlık gibi algılanmayacağı kanısıyla harekete geçtik."

Bundan sonra editör, ne kadar titz çalıştıklarından, mektupların şairin edebi portresini tamamlayan bir belge oluşundan, Orhan Veli'nin şiirinin yeniden değerlendirilmesine imkan sağlayacak niteliğinden söz ediyor. Bizi bu mektupların yayımlanması gerektiğine ikna etmeye çalışıyor adeta, hatta mektuplardan vazife çıkarıyor:

"Nahit Hanım'ın, ömrünün sonuna dek saklayıp sonra da dostu Özay Erkılıç'a emanet etmiş olması, bu mektupların geleceğe taşınması ve belki de aşklarının nişanı olarak okunması noktasında başkalarına (elbette bugün bize) düşen bir görevi adeta fısıldamaktadır."

Bundan sonrası yine bir ikna faslı, teknik bazı notlar ve teşekkürler...

Kötü niyet dışarıda tutulmak kaydıyla, "mektup yazılan kişiye aittir"den bile hareket edecek olsak, bu kişisel mektupların yayımlanmasında birtakım ölçütler gözetilmelidir. Bu ölçütlerden ilki, birinci derece yakınların izni olmalıdır; ikinci ölçüt ise mektupların edebi kişiliği ne kadar yansıttığıyla ilgilidir.

Edebiyatçı değilim ama fena bir okur sayılmam; bu koşulda bana soracak olursanız, üç mektup derlemesi de aşık adamların son derece kişisel iç dökümleridir derim. Nev-i şahsına münhasır adamların sıradan olmayan metinleri, ama o kadar. Ben olsam hiçbirini yayımlamazdım. Çünkü öncelikle, kendilerinin bu mektupları yayımlanmak üzere yazmadıklarını, sonra da birinin eline geçse dahi rahatsız olacaklarını düşünüyorum. Bunlar, muhatapları aramızda olmadığına göre bilemeyeceğimiz şeyler. O nedenle diğer kriterlere bakalım.

Sabahattin Ali mektuplarından başlayacak olursak, Aliye Hanım'ın kısaltmayı ve yer vermemeyi uygun gördüğü mektuplar kitaba dahil edilerek bir mahremiyet ihlali yapılmış. Ancak Ali'nin kızının izni olması, bize diyecek söz bırakmıyor. Dahası, söz konusu üç kitap içinde en çok bilgi veren (Ali'nin hem edebiyatçı hem de yayıncı yönüyle ilgili) kitap bu.

Ahmed Arif mektuplarında hem Leyla Hanım'ın izni, hem de oğlunun izni var. Bize yine yayımlanması noktasında laf düşmüyor; ama mektuplardan, aşkta gurura yer olmayacağı dışında pek bir şey öğrenemedim ben.

En iç acıtan kitaba gelecek olursam... Eleştirdiğime ters düşecek şekilde, fikrimi haklı göstermek uğruna Orhan Veli'nin değil tek bir satırını, bir kelimesini bile almam buraya. Kitabı okuyan herkes, neden yayımlanmaması gerektiğini anlayacaktır. Ölçüte vurmaya gelince, ikisini de karşılamadığını görürüz. Nahit Hanım yayımlanmasını istememiş, ama belli ki yok etmeye kıyamamış; bundan nasıl bir vazife çıkarılmış anlamadım. Orhan Veli'nin kardeşi istememiş, ama belli ki "ikna" edilmiş... Çünkü koleksiyon el değiştirmiş bir kere... Edebi açıdan da bana göre Orhan Veli şiirini aydınlatacak hiçbir bilgi bulunmuyor bu mektup destesinde.

İyi ki "kemikleri sızlamak", "mezarında ters dönmek" sadece birer deyim.


22 Şubat 2015 Pazar

Küçük Ölüm Sahnesi


Berlin Nationalgalerie'de bulunan bu resim, Kleine Sterbeszene (1906), Berlin'de beni karşısında ağlatan iki sanat eserinden biri olmuştu. Ağlayışım üzüntüden ya da mutluluktan değildi, duygulanımın şiddetindendi. Tam anlamıyla sarsılmıştım.

O güne dek Max Beckmann'ı tanımıyordum. Bilmediğim başka bir şey de, bir sanat yapıtının insanı bu denli etkileyebileceğiydi.

Şiir ve resim konuştuğumuzda sık sık "anlam" ve "beğeni"den bahsederdik; belli bir eseri anlamaktan, onu beğenmekten ya da beğenmemekten. Bu resmin karşısına geçtiğim anda yaşadığım aydınlanma anı ise tüm nitelemeleri geçersiz kılmıştı. Resme ilk baktığımda, Beckmann'ın kendi annesinin ölümünü anlattığını bilmiyordum; resimdeki Munch etkisinden bihaberdim. Tek bildiğim, bu yas evinde hüzün ve çaresizliğin değil, dehşetin bulunduğuydu.

O gün müzede şunu öğrendim: Bazı sanat yapıtları göğsünüze, kalbinizin olduğu yere dokunurken, bazıları da göğüs kafesinize elini daldırıp kalbinizi avuçlar. Bu resim de bana göre, katıksız kudrettir.

Max Beckmann, 1884 Leipzig-1950 New York
Kleine Sterbeszene,1906, 110 x 71 cm.
Sağ üstteki HBSL (Herr Beckmann seiner Liebsten/ Bay Beckmann[dan] en sevgilisine)

20 Şubat 2015 Cuma

Oliver Sacks -1


Küçük bir çocuğun olanca kalpsizliğiyle dedeme, “yakında öleceğin için üzgün müsün?” diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum. Altı-yedi yaşlarında olmalıyım. Ben altı isem, dedem de o sırada yetmiş üçtür. 81 yaşında ölmüştü; dün, 81’indeki Oliver Sacks’ın birkaç aylık ömrü kaldığını söylediği ve bir nevi bizlere veda ettiği yazısını okurken, onu ve bu konuşmamızı hatırladım. Dedem soruma önce tebessüm etmiş, sonra da hiç üzülmediğini, uzun ve güzel bir ömür yaşamış olduğunu, örneğin, benim gibi akıllı bir torunu olduğu için çok mutlu olduğunu ve hayatının herhangi bir dönemini baştan yaşama şansı verilse bunu istemeyeceğini söylemişti: “Yaşadıkları ona yetmişti”. Otuz beş yıl önce bu konuşmayı yaptığımızda, insan ömrü bugünkü kadar uzun değildi; dedem akranlarının, akrabalarının birçoğunu kaybetmişti, kaybetmeye devam ediyordu. Bu insanlarla birlikte ondan da bir şeyler eksiliyordu. Tıpkı Sacks’ın söylediği gibi.

Ben de, dedem gibi, yaşlandıkça yaşam gibi yaşama arzusunun da yavaş yavaş azalacağı ve kendiliğinden, belli bir tatminle son bulacağı duygusunu içimde taşıdım yıllar boyu. Şu anda bundan çok emin olmasam da, dedem öldüğünde onunla konuştuklarımızı hatırlamak beni son derece rahatlatmıştı. Onun adına müsterihtim. Oliver Sacks da aynı onun gibi, aşağıda linkini verdiğim yazısında içimize su serpmiş, bilgeliğiyle yol göstermiş.

Bu özel insanla ilgili bir yazı yazmayı uzun süredir istiyordum. Onu tek bir yazıda anlatmak çok zor, ama dün gece veda yazısını okuduktan sonra, en azından ilk yazıya başlamak istedim.

Ben Oliver Sacks okumaya, Mars’ta Bir Antropolog kitabıyla başladım, yanılmıyorsam. Sonra Karısını Şapka Sanan Adam geldi. İkisi de 1996-97 yıllarında yayımlanmışlardı. Nöroloji ve psikiyatriye ilgim de onun kitaplarıyla bu yıllarda başladı ve devam etti. Sözünü ettiğim kitaplarda ve genel olarak Sacks’ın çok çeşitli ilgi alanlarının odağında, kaza ya da hastalık sonucu meydana gelen nörolojik bir değişimin bireyin düşünce ve davranışlarında hangi değişikliklere yol açtığı ve kişinin yeni nörolojik koşullara nasıl uyum sağladığı bulunur. Sacks kitaplarında, tıbbi vakaları edebi açıdan çok keyifli aktarır. Böylece, aksi halde öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğreniriz; üstelik bu şeyler, insana dair çok temel şeylerdir. Ancak Oliver Sacks elbette yalnızca öğrenme aşkını tatmin ettiği için okunmuyor, sevilmiyor. Ve “bir kitap” değil, “bir yazar” niçin ve nasıl sevilir? Yazarı sevmek opera omnia’sını sevmek midir, yoksa yazarın kişiliğini sevmek midir? Sık sık üzerinde düşündüğüm bu soruları biraz da Oliver Sacks özelinde araştırmayı istiyorum.

Önce çok genel bilgi: Oliver Sacks, hekim bir anne babadan 1933’te Londra'da doğmuştur. Burada başladığı tıp eğitimini Oxford, California ve New York’ta sürdürmüştür. 1965 yılından bu yana New York’ta yaşamaktadır ve New York University School of Medicine, Albert Einstein College of Medicine ve Beth Abraham Hospital gibi kurumlarda çalışmıştır.

Birkaç bölümlü, uzun bir yazı olacak bu, hiç acelem de yok. O nedenle öncelikle yoğun bir çalışma hayatı ile yoğun yazarlık faaliyetini birlikte nasıl yürüttüğüyle ilgili kendi ağzından bir alıntıya yer vereceğim (Currey 2013: 212-4):

“Sabah beş civarında uyanıyorum; bunun için özel bir çaba sarf etmiyorum, uyuma uyanma döngüm böyle. Kırk senedir haftanın iki günü, saat altıda psikanalistimle görüşüyorum. Sonra da yüzmeye gidiyorum. Yüzmek beni her şeyden daha fazla motive ettiği için güne başlarken yüzmem gerekiyor, aksi takdirde meşguliyetim ya da tembelliğim beni alıkoyuyor. Yüzdükten sonra karnım aç eve dönüyor, büyük bir kase yulaf ezmesi yiyor, gün boyunca içeceğim birçok fincan çay, sıcak çikolata ya da kahveden ilkini yudumluyorum. Yazmaya kendimi kaptırıp çaydanlığın altını kapatmayı unutma ihtimalime karşı da elektrikli su ısıtıcısı kullanıyorum.
Ofise gider gitmez (ofisim ve evim birbirine bitişik binalarda olduğu için yol iki dakika sürüyor) mektuplarımı gözden geçiriyor, yanıtlamam gerekenleri yanıtlıyorum (bilgisayar kullanmadığım için mektuplarımı elde ya da daktiloda yazıyorum). Bazen görmem gereken hastalarım, her zaman da yazmam gereken yazılarım oluyor. Düşüncelerimi daktilo edebilmeme rağmen, genellikle kağıt kalem (Waterman dolmakalem ve uzun teksir kağıdı) kullanmayı tercih ediyorum. Fazla oturmak sırtımı ağrıttığı için  çoğunlukla bir kürsünün başında, bazen de tabureye oturarak yazıyorum.
Kısa bir öğle arası veriyor, sokakta tur atıyor, birkaç dakika piyano çalıyorum; sonra da ringa balğı ve esmer ekmekten oluşan en sevdiğim öğle yemeğini yiyorum. Eğer yapabilirsem öğleden sonrayı yazarak geçiriyorum. Bazen koltuğumda uzanırken uyuyakalıyor ya da hayallere dalıyorum. Böylece zihnimin “rölantide çalışmasını” ya da “boşalmasını” sağlıyorum. Onun kendi kendine imgeler ve düşüncelerle oynamasına izin veriyorum; eğer şanslıysam, bu akışkan zihinsel süreçten yenilenmiş bir enerjiyle, karmaşık düşüncelerim netleşmiş halde çıkıyorum.
Akşam yemeğine erken oturuyor, çoğunlukla tabule salatası ve sardalye –ya da misafirim varsa suşi- yiyor, piyanoda ya da CD’den müzik –genellikle Bach- çalıyorum. Sonra “keyfi” okumalarıma başlıyorum: biyografiler, tarihçeler, mektuplar, bazen de romanlar... Televizyondan nefret ediyor ve nadiren izliyorum. Erken yatıp, genellikle onları yeniden düzenleyinceye ve (mümkünse) çözümleyinceye dek peşimi bırakmayan canlı rüyalar görüyorum. Rüyalarımı ya da gece aklıma gelen düşünceleri unutmamak için başucumda bir defter bulunduruyorum. Gecenin bir vakti, beklenmedik birçok düşünce aklıma geliveriyor. (Nadiren) gerçekten yaratıcı bir ruh haline büründüğümde, gündelik rutinimi tamamen göz ardı edip durmadan bazen otuz altı saat boyunca, bu ilham patlaması bir sonuca ulaşıncaya dek yazıyorum.”
Oliver Sacks'a duyduğum sevginin ipuçları bu alıntıda mevcutsa da, kişisel nedenlerden söz etmeden önce, onun neden önemli ve sevilesi olduğunu kitaplarından örnekler vererek yazmak istiyorum. Ama korkarım bu ikinci, üçüncü yazıların konusu olacak.

Bugünlük yazıyı burada bırakırken, kitaplarıyla, yakından tanıdığım kanlı canlı biriyle geçirdiğimden daha fazla vakit geçirdiğim bir yazarın, Oliver Sacks’ın ölümüne neden çok da fazla üzülmediğimi soruyorum kendime; bu, hem aşağıdaki linkte verdiğim yazıda kendi ölümüne hiç de hayıflanmayışından, hem de  aynı yazıdaki şu sözünden ötürü olmalı:

“When people die, they cannot be replaced. They leave holes that cannot be filled, for it is the fate — the genetic and neural fate — of every human being to be a unique individual, to find his own path, to live his own life, to die his own death.”
“...to die his own death.”...  “...to die his own death.”...


Her insanın ölümü kendine özgüdür ve bu deneyimi ondan başkası yaşayamaz. Ve biri öldüğünde kaybettiği şey, kendisinin en değerli şeyi, “şimdiki zamanı”dır. Fiziksel olarak tanışmadığımız, hiçbir kişisel anıyı paylaşmadığımız bir insanın ölümünde, o “şimdiki zaman”ın doğal olarak bizde hiçbir karşılığı yoktur. Ölümü de mantıken hiçbir şey ifade etmemelidir; zira o kişi, onunla kurduğumuz zihinsel ilişkide baştan beri olduğu şekliyle hayatımızda yer almaya devam edecektir: Geçmişimizde ve geleceğimizde, ve onu okuduğumuz-düşündüğümüz anlarda. 




19 Şubat 2015 Perşembe

Rüya değil yaşadığımız, kabus da değil. Biraz gerçekçilik lazım bize.

Son birkaç gün zarfında olanlar, insanda ne yazma, ne çalışma isteği bıraktı; bu durum aslında isteksizlikle de tam açıklanamaz; daha çok, her şeyin nafile olduğu hissine benziyor. Olaylarla ilgili olanlar dışında başka bir şey okuyamıyor ve konuşamıyorsun, ama sanki ne söylesen, yazsan boşuna; kafanda evirip çevirdiklerin sanki daha yazılmadan yıpranıyor ve değersizleşiyor. Tıpkı kar tanelerinin yere düşer düşmez erimeleri gibi...

Özgecan Aslan'ın ölümü, çok üzücü bir olaydı, kahrediyor insan; ama sonrasında yazılıp çizilenlerin bende yarattığı tahribat daha büyük oldu. Hemen hemen hiçbirine katılmıyorum. Benim bu olay özelinde ve genel olarak düşündüklerim çok başka. Burada paylaşmayacağım, sadece bugünlere dair tarihe bir not düşmek istedim.

Nuh Köklü'ye gelince. Baştan belirtmek isterim ki kimseyi kişisel olarak suçlamak, polemiğe girmek niyetinde değilim, zira hem ne haddime hem de benim harcım değil bu işler, ama birkaç cümle yazmadan geçemeyeceğim. 

Yeldeğirmeni'nde oturuyorum, olay hemen yanı başımızda oldu. Yeldeğirmeni işgal evini (ben Don Kişot demeyi tercih etmiyorum) ve Yeldeğirmeni Dayanışması'nı bizzat içinde olamasam da kurulduğundan beri gayet iyi biliyorum, geçirdiği tüm süreçlerden: kuruluşundan bu yana yapılan etkinlik ve çalışmalardan, sahne olduğu gruplaşmalardan ve kopuşlardan, giderek işlevsizleşmesinden, her şeyinden haberdarım. 

Buraya yedi yıl önce taşındığımda mahalle oldukça izbe bir yerdi. Metruk binaları, Kadıköy'ün merkezinde olduğuna bin şahit isteyen sokaklarıyla 30-40 yıl geçmişte yaşıyordu. Son yıllarda büyük bir hızla İstanbul'un en geniş kapsamlı dönüşen yerlerinden biri oldu; kentsel dönüşümle zıt anlamda, oturanlar lehine değer kazandı.Yakında, Haydarpaşa projesi kapsamında kentsel dönüşüm savaşları çıkacaktır mutlaka, ama henüz söylentiden başka bir şey yok. Duvar resimleri festivaliyle başlayan dönüşüm, mahallenin belediye hizmeti alarak çevre düzenlemelerinin yapılması ve bazı binaların restorasyonu, özelikle de eski Fransız okulu ve kilisesinin restorasyonuyla devam etti; sokakların handiyse bir Avrupa kentindekine benzemesi sağlandı.

Diğer yandan, Gezi süreciyle başlayan ve gelişen mahalle dayanışması, havaların soğumasıyla yaz aylarında toplandığı otoparktan sonra kendine bir yer aradı, bulunan yer, bugünkü işgal evi, yani on-on beş yıldır kaba inşaat halinde duran, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun sokağındaki metruk binaydı. Bu işgal evi, Türkiye'de bir ilkti. Mahalle bugüne kadar da sanat atölyelerinin, cafelerin ve ikinci el eşya mağazalarının art arda açılmasıyla iyiden iyiye çehre değiştirdi. 

Mahalleliyle bütünleşmek için işgal evinde birçok güzel çalışma yapıldı, ama ev sonuç olarak marjinal kaldı. Her yeni oluşum gibi, ilgiyi üzerine çekti. Doğal olarak, bu ilgi sonucunda hoşnut olanlar kadar, husumet besleyenler de oldu. Destek veren, örneğin işgal evine bedava su veren esnaf olduğu gibi, Köklü'nün katili gibi memnuniyetsizliğini belli eden, arada tartışmaların yaşandığı esnaf da vardı. 

Dün akşam Köklü'nün uğurlanmasına giderken, çarşıdaki esnaftan tek tük, vitrinine Dayanışma'nın anma duyurusunu asanlar, anmaya gitmek için dükkanı kapatanlar olduğunu gördüm. Bugün Dayanışma örneğin, Yeldeğirmeni Eczanesi için boykot çağrısı yapıyor. Duyuruyu asmasını rica ettiklerinde, mahallenin düzenini bozduklarını söylemiş, Köklü'nün ölümünden dolayı onları suçlamış.

Mahalledeki cenaze törenine katılım fena olmamasına rağmen, katılanların çoğunluğu mahalleden değildi; mahallelinin burnunun dibinde olan bitenden ya haberi yok, ya umrunda değil, ya da daha kötüsü, karşı tavır içinde. 

Nuh Köklü'nün ölümünden sonra, olay sırasında yanında olanların anlattıklarını izledim. Herif önce beyzbol sopasıyla çıkmış, elinden almışlar, o da gitmiş bıçağı kapıp gelmiş... Bu adam daha önceden eylemlere müdahale eden, husumetini, nefretini daha önce de ortaya koymuş bir adam. Hem Dayanışma'ya, hem mahalleliden duyduğum kadarıyla, oruç tutmayan vb. gelen geçene de sataşan biri. Videoda olayı anlatırken diyorlardı ki, biz onu "indirme"sini bilirdik, yapmadık. Neden yapmadınız? Sopasını elinden alıp bırakmışlar, ikna etmeye (!) çalışmışlar. Nuh, kalbine bıçak saplayan, "benim esnafım ... alperendir" diye vazifelendirilen, yaptığının yanına kar kalacağını bilen bir cani tarafından, ama naiflik yüzünden öldü!

Ne zaman karşındaki gözü dönmüş, sopalı, satırlı tiplerin seninle aynı düzlemde olmadığını, sopaya, bıçağa karşı sözle karşı koyamayacağını anlayacaksın? Gezi'de polislere kitap okudun sen! Meinhof ne demişti hatırla: 
“Polisler domuzdur; üniforma içindeki tip, insan değil bir domuz olduğu için onunla çatışmamız gerekir. Yani onunla konuşacak bir şeyimiz olamaz, zaten bu kişilerle konuşmak da yanlıştır, elbette ki ona ateş edilebilir.”
Burada söylemeye çalıştığım şey, onların yaptığı gibi kimseye durup dururken saldırmak değil. Ama savunmada akıllı olmak! Hele iç güvenlik yasasından sonra gör şenliği; uzun süredir içinde bulunulan kutuplaşma savaşa evrilecek eninde sonunda. O zaman örgütsüzlüğün ve hayal aleminde yaşamanın bedelini hep birlikte nice canlarla ödeyeceğiz.

"Ne olur bu bir rüya olsun" sözleri tesadüf değil, hal-i pür melalimizdir. İçinde bulunduğumuz durum rüya değil, kabus da değil. Gerçekçi olmak üzerine, her şeyin bir çeşit oyun olmadığı üzerine ciddi ciddi düşünmek lazım. Nuh Köklü naifliğin yol açtığı kan kaybından öldü!





Not: Yazıyı burada bitirecektim ama Gatlif'in Indignados/Öfkeliler filmi geldi aklıma. Filmde hikayeyi, kendini güç bela Avrupa'ya atmış bir göçmenin gözünden izliyoruz. Bu, gerçek anlamda hiçbir şeyi olmayan kız, bir gün eylemcilerle bir araya geliyor, güle oynaya eylem yapan, muhtemelen tuzu kuru olanlardan bir kıza, elindeki tek şeyi, elmasını veriyor. Bu sahne bana çok çarpıcı gelmişti; sorunu tam olarak ortaya koyuyor: Eylem yapanlar hiçbir zaman, eylem yapması gerekenlerle çakışmıyor, çakışamıyor. 




11 Şubat 2015 Çarşamba

Gertrude Stein

Pere Lachaise serimizin ikinci kişisi, mezarının mütevazılığıyla karşıt bir kişi olan, görkemli, heybetli Gertrude Stein.

Bizdeki "varayım danışayım abulama, ablam benimmm" kurumunun Paris versiyonu olan Stein abla ve danışanları, çok müstesna bir topluluktur. Hemingway abimiz Paris Bir Şenliktir adlı kitabında Stein'dan sık sık söz eder; Hemingway üzerinde Stein'ın emeği büyüktür.

Gertrude Stein, 1874'te doğmuş ve 1946'da ölmüş, yapıtından çok yaşamıyla, dostluğuyla sanat çevresini etkilemiş ABDli yazar. Stein'ın yaşamında hayat arkadaşı Alice B. Toklas'ın yeri önemlidir. 1907'den 1946'da Stein'ın ölümüne dek birlikte yaşamışlardır.

Gertrude Stein, heykeli dikilecek kadındır. Ki dikilmiştir de :) Man Ray'in fotoğrafında Stein, heykeltıraş Jo Davidson'a poz verirken görülüyor.



Heykel bugün New York'ta Bryant Park'ta bulunmaktadır.

Stein'ın heykelinin yanı sıra resmi de yapılmıştır, hem de Picasso tarafından. Kendi koleksiyonunda başka Picassolar da bulunmaktadır. Hem heykelde hem de resimde görülen poz, onun alametifarikası olmalı :)



Bu önemli hanımı, Hemingway'in yukarıda söz ettiğim kitabıyla tanıdım. İkinci bölüm, Bayan Stein Öğretiyor, tamamıyla ona ayrılmıştır; kitabın devamında da adı sık sık geçecektir. "Bayan Stein"ın sanırım başlarda Hemingway için çekici tarafı, sıcak, uğranası bir ortam, nefis yiyecek ve likörler sunmasıymış. Sonraları düzenli hale gelen ziyaretlerde, öyküleriyle ilgili değerli yargılar ve yüreklendirmeler de bulmuş Hemingway. Gazeteciliği bırakıp yaşamını edebiyatçı olarak sürdürmek istediğinde, Stein, Ezra Pound ile birlikte onu destekleyen kişidir aynı zamanda. Yani belli bir ölçüde de olsa Hemingway'in yapıtını borçlu olduğumuz kişidir. Hemingway Paris Bir Şenliktir'de şöyle anlatıyor Stein'ı:

"...stüdyoya uğramayı giderek sevmeye başladım. Bayan Stein her gelişimde bana doğal eau-de-vie [ab-ı hayat, yani bir çeşit renksiz brandy :) ] verir, bardağımı yeniden doldurmak için üstelerdi; resimlere bakardım, sonra konuşurduk. Resimler coşku verici, konuşmalar ise çok yararlıydı. Çoğunlukla o konuşur, bana çağdaş resim ve ressamları -ressam yönlerinden çok insan yönleriyle- ve kendi işini anlatırdı. Kendi yazdığı, arkadaşının da [Toklas] her gün daktiloya çektiği elyazmasının birçok cildini göstermişti bana. Her gün yazabilmek onu mutlu ediyordu fakat onu daha iyi tanıdığım zaman anladım ki, sürekli mutlu olabilmesi için, kuvvetine göre değişen bu düzenli günlük çıktının basılması ve kabul görmesi gerekliydi.
Adını ilk duyduğum zaman üç öyküsü basılmış ve herkesçe tanınır olduğu için bu bakımdan ciddi bir durum yoktu. Bu öykülerinden biri Melanchta, çok güzeldi; deneysel yazılarının başarılı örnekleri kitap olarak basılmış ve onu tanıyan ya da bilen eleştirmenlerce çok övülmüştü. Onun özelliğiydi bu: birini kendi yanına çekmek istediğinde direnmeyle karşılaşmazdı; onu tanıyan ve resimlerini gören eleştirmenler, onun kişiliğine duydukları ilgiden ve yargısına olan güvenlerinden ötürü yaptıklarını göklere çıkarmaktan geri kalmazlardı. Bu arada, sözcüklerin ritmi ve yinelenmesi konusunda doğru ve değerli birçok gerçeği açınlamıştı, çok iyi konuşurdu bu konularda.
Gelgelelim, basılmayı ve kabul görmeyi o denli gereksindiği halde, can sıkıcı gözden geçirme işinden ve yazılarını anlaşılır bir biçime sokma zorunundan nefret ederdi; özellikle, o inanılmaz derecede uzun kitabı Amerikalılar Böyledir'de böyle olmuştu.
Görkemli bir şekilde başlayan kitap, parlak bir zekanın ürünü olan başarılı tiratlarla uzun süre çok iyi gittikten sonra, biraz insaflı, zamanı biraz değerli bir yazarın çöp sepetine uygun bulacağı sonu gelmeyen yinelemelere giriyordu. Bunun, derginin ömrü boyu süreceğini bile bile, kitabı, Ford Madox Ford'a, The Transatlantic Review'da yayımlattırdım -daha doğrusu yayımlatmak zorunda bırakıldım- ve ondan sonra kitabı daha yakından tanımaya başladım. Kitabın dergide yayımlanması için Bayan Stein'ın basım örneğini baştan sona okumak, bu iş ona hiç de zevk vermediğine göre onun yerine bana düşüyordu."

Stein cephesinden işin aslını bilemediğimizden, bu yazıya bakarak hafif Stein lehine gibi gözüken -palavracı Hemingway'e inanırsak- simbiyotik bir ilişkinin geliştiği görülüyor. 

Stein'ın iki sözü beni etkilemiştir. Biri, Hemingway ve kuşağını "Une Generation Perdue/A Lost Generation", yani yitik kuşak olarak tanımlamasıdır. Hemingway bu tanımı Güneş de Doğar kitabına epigraf olarak kullanır. I. Dünya Savaşı sonrası kuşağını adlandıran bu tanımlama, Hemingway'i olduğu kadar, F. S. Fitzgerald, John Dos Passos, Ezra Pound ve T. S. Elliot gibi şair ve yazarları da niteler. 

Beni etkileyen diğer sözü ise yazma eylemiyle ilgili; Everybody's Autobiography'de söyledikleri. Hemingway'in de dediği gibi, her gün düzenli olarak yazdığını söyler; yalnız, günde yarım saatten fazla yazmayı hiç becerememektedir. Ancak şunu da ekler: "Eğer günde yarım saat yazıyorsanız, yıldan yıla bu oldukça büyük bir metin eder. Elbette her gün, gün boyunca yazınızı yazacağınız o yarım saati beklersiniz."

Doğrusu ikincisinden birkaç aydır faydalanıyorum. Gittikçe vazgeçilmez bir alışkanlık haline gelmesini umduğum günlük yazma rutinime yaptığı, kulağıma küpe ettiğim katkısından dolayı, teşekkür borçluyum kendisine. 

9 Şubat 2015 Pazartesi

Gerda Taro

Hep ertelediğim yazılar vardır, bu da onlardan biri. Benim ertelemelerim genellikle üşenmekten değil, hakkını verememekten dolayı korkmaktan ileri gelir. Türkçede derli toplu bir yazıya rastlamadım çünkü, Gerda Taro üstüne.


Özelikle de 2013 yazında Paris'te mezarını gördüğümden bu yana - mezar ve taşın hiçbir özelliği olmamasına rağmen, ama kafamda iyice somut bir yer edinmesini sağladığından mıdır bilinmez- belli aralıklarla beynimde yanıp sönen bir sıkıntı/yükümlülük sinyaline dönüştü. Şimdi yazacağım birkaç satır elbette istediğim, içime sinen bir metin olmayacak, ama en azından sonradan üzerinde çalışabileceğim bir altlık olacak. Başlamak bitirmenin yarısıdır diyelim...

Bu gece nasıl cesaret ettin derseniz, kafam iyi de ondan derim. Bir de "Paris fotoları nerede" diye aklıma düşmüştü, yukarıdaki fotoğrafı görünce es geçemedim.

Gerda Taro'nun öldüğünde 27 yaşında olduğu yazıyor her yerde. Ama mezar taşına bakacak olursak, 26 imiş. Taro, ilk kadın savaş fotoğrafçısı olarak kabul ediliyor.

Gerda bir Alman Yahudisi; Nazilere karşı sol gruplar içinde yer almış ve 1933'te, anti Nazi propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış ve sonrasında tüm ailesiyle birlikte sınır dışı edilmiş, ama farklı yerlere. Bu tarihten sonra ailesini bir daha görememiş.

1934'te Paris'e geçen, ve o zamanlar adı Andre Friedman olan Capa ile tanışan ve birlikte çalışmaya başlayan Taro, oldukça verimli bir ortaklığa da adım atmış oluyor böylece. Hem işte, hem aşkta.

Robert Capa'nın en çok alıntılanan sözü, "Eğer resimlerin yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsin demektir", iki sevgilinin kaderlerini tayin eden söz aynı zamanda. Gerda Taro 1937de İspanya'da cephede fotoğraf çekerken bir kaza sonucu, Robert Capa ise bugünkü Vietnam'da, 1954'te henüz 40 yaşındayken mayına basarak hayatını kaybeder.

Bir de bu şarkı var, dinleyin, Taro:







7 Şubat 2015 Cumartesi

Ayrılık da sevdaya dahil

Rıhtım Caddesi’nde yürüyorum. Yürüyorum demek de doğru değil aslında, her adımda duraksatan, bir pazar yeri itiş kakışıyla ilerlemeye çalışılan bir sürüklenme bu. Vakit geç. Otobüs şirketlerinin servisleri yol boyunca sıralanmışlar. Gidenler, uğurlayanlar, satıcılar ve benim gibi yoldan geçenlerle tam bir keşmekeş. Biraz ilerde arkadaşımla buluşacağım. İçimde bir özgürlük duygusu var:  evden sıyrılmışım sonunda. Arkadaşımla en az üç dört saat bir yerde oturup kafa çekecek ve laflayacağız. Ben hep yaşlandığımdan bahsedeceğim, kafamın dağınıklığından bahsedeceğim. İkimiz de hep aynı şeyleri konuştuğumuzu düşünecek ama yine de hep aynı şeyleri konuşacağız.

Yürürken kimseye bakmamaya, kimseyi görmemeye çalışıyorum. İnsanların hikâyelerini öğrenmek istemiyorum. Eğer öğrenirsem, onlar için üzülecek, sevinecek, elde olmadan yüklerini sırtlayacağım. En hafif hikâye bile ağır bir yük şu anda. Kendimi zor taşıyorum; gücüm yok sizi de taşımaya, diye düşünüyorum. 

Ne diye palavra sıkıp duruyorum, kendime bile? Al işte, takıldı bakışlarım. Durdum ona bakıyorum şimdi:  Otobüsün camına alnını yaslamış genç bir kıza. Önümde duran delikanlıya el sallıyor. Gözleri dolmuş. Ağladı ağlayacak. Kendi gidiyor ama başka her şeyini burada bırakmış. Boca ediyor bütün duygu yükünü üzerimize. Delikanlının yüzünü görmüyorum iyi ki. Tam arkasındayım.

Otobüs yavaşça hareket etti. Ama ilerleyemedi. Trafik yoğun. Veda anı uzadıkça, hüznü dayanılmaz hale geldi. Kızcağız demir alan gemiden bir halat atmış, delikanlı da tutup babaya sarıvermiş gibi, neredeyse gözle görünebilen bir bağ var arada. Sonunda hüzün halatı gerildi, gerildi, bir süre sonra koptu ister istemez, otobüs ilerledi. Arkasından baktık biraz, kızı göremeyene kadar. Otobüs hala görünüyordu baksan, ama kızı göremedikten sonra, ne yapacağız otobüse bakıp da. Ağlıyor mudur acaba...

Delikanlıyla yürüdük, o önde ben arkada, birlikte. Omuzları düştü. Durdu. Ben de durdum. Cebinden ağır ağır paketini çıkardı. Bir sigara yaktı. Çektiği ilk nefesle yürümeye başladı. Üfleyince ben de ona olabildiğince yaklaştım, dumanını içime çektim. Sigaradan güç almış gibiydi, hızlandı. Ben de hızlandım. Gölgesi gibi takip ederken onu, az ötede önüme biri atladı: “CD oyun lazım mı abla”. Sonra aramıza mesafe girdi, gözden yitirdim onu. Tam da o anda, can simidi gibi göründü arkadaşım gözüme. Ayrılanları unutmaya çalıştım artık; evden çıkalı on beş dakika değil de sanki gençliğimin yirmi yılının birden geçtiğini düşünmemeye çalıştım. Olanca gücümle kulaçladım kalabalık denizini, ona doğru.

2013 kışı, Kadıköy

6 Şubat 2015 Cuma

pretty things

"Pretty things,
so, what if I like pretty things,
Pretty lies,
so what if I like pretty lies.
..."

Rufus Wainwright

5 Şubat 2015 Perşembe

Der Anfang

Bu metni yazmak için oturduğumda, aklımda ne bir konu, ne bir imge ne de müziğe benzeyen bir şey vardı. Yani denebilir ki, hiçbir şey yoktu. Bir tek başlangıçlara duyduğum ilgi ve başlık vardı: Der Anfang. Başlık da sanki hiçlikten, kendiliğinden gelmişti.

Herhangi bir defteri alıp temiz bir sayfa açtım, üzerine, Der Anfang yazdım. Şaşırdım. Konuşurken zorlandığım, oldum olası ısınamadığım bir dil. Devamını da getirebileceğimden değil. Ama bir anlamı olmalı; yokladım, elime belli belirsiz bir şeyler geldi: dilim ve vatanım çoktan sarsılmış içimde sanki.

Başlangıçların anlamı

Başlangıçların bir anlamı tabii ki vardır genel olarak. Başlamanın o belirli anından sonra her şeyin farklı olacağına dair bir inanç olmalı her şeyden önce. Başlangıcın istenen doğrultuda devam edeceğine duyulan umut mudur, sil baştan yapmaya yönelten? Yenilenme, kabuk değiştirme ya da tövbe? Vallahi bundan sonra her şey farklı olacak, diyoruzdur belki kendimize…

Başlangıçlar ve umut

Bir yerde okudum, “bir kitabın arasına ayraç koyup yatmak, ertesi gün uyanacağına ilişkin bir umut beslemektir” diyordu. Ölümün kardeşi uykudan yeni bir gün daha talep ettik ve eminiz kabul olacağından. Her yeni gün de yeni bir başlangıç değil midir?

Başlangıçlar ve rüyalar

Başlangıçların motivasyonu umuttan, çekiciliği ise temiz sayfaları, temiz yastıkları, çarşafları sevmemizden geliyor olmalı. Hani bir de şu denir: ilk yattığın evde gördüğün rüya gerçek olur.

Başlangıçlar ve listeler

Edward Said ve de Umberto Eco’dur.

Başlangıçlar ve sonuçlar

Benjamin, Tek Yönlü Yol’da şöyle diyor: “Büyük yazarlar tamamlanmış yapıtlardansa ömür boyu üzerinde uğraşmaya devam ettikleri fragmanların yükünü daha çok hissederler. Çünkü sonuçlardan benzersiz bir haz duyanlar, ancak nispeten zayıf ve kafası karışık olanlardır; bu bütünlenmenin kendilerini hayata iade ettiğini düşünürler. Oysa deha her kesintiyi, kaderin her vuruşunu, işliğinde çalışırken dalıverdiği müşfik uyku gibi karşılar. Ve bunlardan fragmanlarla tılsımlı bir çember örer. ‘Deha zahmettir’.” (Standart saat, Son bakışta aşk. s. 52)

Yeni bir yol bulmalı, yazmaktan geçen

41 yaşındayım ve bu yaşa kadar öğrenmem gerekenleri öğrenemediğim kanısındayım. Bununla birlikte, aslında, “öğrenmem gerekenler”in de ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Bu bir his sadece. Ne kadar sendelediğime ve savrulduğuma bakarak içimden sık sık tekrarladığım bir söz öbeği. Yalnız, kırkıma yaklaşırken, aynı anda hem lanetim hem de kurtuluşum olan tek bir yaşamsal bilgiye sahip olduğumu fark ettim: panta rei.

Her şeyin akacağı bilgisi bir lanet, çünkü hiçbir acının aynı kalmayacağı, aynı zamanda hiçbir kaybın da dünyanın sonu olmayacağı anlamına geliyor; bana göre çevirisi, tutkunun yitimi. Tutkusuz yaşanır mı? Ben bir kişiyi, bir durumu, bir kitabı, bir bilgiyi, herhangi bir olguyu, hayatın onsuz olamayacağı duygusuyla isterim. Bir şeyin başka bir şeyle ikame edilebilirliği, vazgeçilebilirliği, hayatı benim için anlamsız ve dolayısıyla çekilmez kılar.

Her şeyin akacağı bilgisi aynı zamanda bir kurtuluştur, çünkü bir şey ne kadar acı olursa olsun geçecektir.

Müzisyen değilim, ressam ya da heykeltıraş değilim. Sanatçılardır, yitip gitmeyen. Sanatçı değilim ama en azından kelimelerim var, tutkuyla bağlı olduğum. Birkaç dilde kelimeler. Ve kelimelere olan tutkum sürdükçe muhtemelen yaşayacağım. Şimdilik sürüyor. Kelimeleri öyle bir araya getireceğim ki bu bir ertesi güne, yeni bir başlangıca benzeyecek. Ve ben bir gün daha yaşamanın bir yolunu bulacağım.


3 Şubat 2015 Salı

en güzel günler, en güzel geceler sizlerin olsun

Eyyy estetiğin, simetrinin, her türlü hoşa giden düzenin hakim olduğu dünyada
tek ölçütü güzellik olanlar, tüm güzellikler sizlerin olsun. Umarım bir gün münzevi olmayı başarırım.

1 Şubat 2015 Pazar

Lodos, allerji, Pavese


Hava lodos, öyle bir fırtına ki adaya ulaşım yok, sanırım dün de yoktu belli bir saatten sonra ve en azından yarın sabahtan da olmaz herhalde. Deniz sahil yolunu kapladı. Boğucu bir sıcak. 17-18 derece. Kış ortasında sıcağı hiç sevmem. Yazı, sarı sıcağı severim. 40 derece de olsa severim.

Bu havada genelde başım ağrırdı ama bugün ağrımıyor. Herzamanki gibi çalışmaya çalışıyorum. Açtım Nazım Hikmet'in Lodos şiirini okudum. İçim daha çok karardı; griydi, antrasit oldu. Bıraktım.

Lodos şiirini okurken her zaman olduğu gibi bir İstanbul rüzgarları antolojisi yapmak gerek diye düşündüm. Bir ara topluyordum, kaldı sonra. Onlarca yarım projenin arasına karıştı. Edebiyatta Berlin ya da Kadın Öykülerinde İstanbul'a benzer bir kitap olsa, ya da 101 Yazardan 100 Sokak gibi. Lodos şiirleri, poyraz şiirleri, Tezer Özlü'nün Lodos'u anlattığı öyküsü gibi öyküler olsa içinde. Resimler olsa...

Bugün vücudum var gücüyle dövmeleri atmaya çalışıyor. Birkaç gün daha uğraşacak zavallı, sonra çaresiz kabullenecek. Birkaç hafta/ay sonra, tekrar baştan...

Pavese'yi aldım elime. Epeydir ayrıydım, varlığını dahi unutmuştum. Oysa birkaç yaz önce nereye gidersem gideyim yanımdan ayıramıyordum, okumayı bırak, dokunmadan duramıyordum.

Kızıl toprak, kara toprak,
sen denizden geliyorsun,
kuru yeşilden
-orada eski sözler
ve umarsız çaba
ve sardunyalar taşların arasında-
bilmiyorsun ne çok deniz
getirdiğini, söz ve yorgunluk,
sen bir anı gibi varsıl,
kıraç kırlar gibi,
sen sert ve pek tatlı
söz, gözlerinde toplanan
soylulukça eski;
genç, bir meyve gibi,
anı ve mevsim olan-
soluğun dinleniyor
ağustos göğü altında,
zeytinleri bakışının
yatıştırıyor denizi,
ve yaşıyor, yeniden yaşatıyorsun,
şaşırtmadan, toprak gibi
emin, toprak gibi
karanlık, mevsimler
ve düşler cenderesi,
ayışığında belli eden
ötelerden geldiğini, tıpkı
annenin elleri gibi,
teknesi gibi mangalın.

C. Pavese
27 Ekim 1945
Çeviren Kemal Atakay

Foto, via Şafak Tanrıverdi