5 Şubat 2015 Perşembe

Der Anfang

Bu metni yazmak için oturduğumda, aklımda ne bir konu, ne bir imge ne de müziğe benzeyen bir şey vardı. Yani denebilir ki, hiçbir şey yoktu. Bir tek başlangıçlara duyduğum ilgi ve başlık vardı: Der Anfang. Başlık da sanki hiçlikten, kendiliğinden gelmişti.

Herhangi bir defteri alıp temiz bir sayfa açtım, üzerine, Der Anfang yazdım. Şaşırdım. Konuşurken zorlandığım, oldum olası ısınamadığım bir dil. Devamını da getirebileceğimden değil. Ama bir anlamı olmalı; yokladım, elime belli belirsiz bir şeyler geldi: dilim ve vatanım çoktan sarsılmış içimde sanki.

Başlangıçların anlamı

Başlangıçların bir anlamı tabii ki vardır genel olarak. Başlamanın o belirli anından sonra her şeyin farklı olacağına dair bir inanç olmalı her şeyden önce. Başlangıcın istenen doğrultuda devam edeceğine duyulan umut mudur, sil baştan yapmaya yönelten? Yenilenme, kabuk değiştirme ya da tövbe? Vallahi bundan sonra her şey farklı olacak, diyoruzdur belki kendimize…

Başlangıçlar ve umut

Bir yerde okudum, “bir kitabın arasına ayraç koyup yatmak, ertesi gün uyanacağına ilişkin bir umut beslemektir” diyordu. Ölümün kardeşi uykudan yeni bir gün daha talep ettik ve eminiz kabul olacağından. Her yeni gün de yeni bir başlangıç değil midir?

Başlangıçlar ve rüyalar

Başlangıçların motivasyonu umuttan, çekiciliği ise temiz sayfaları, temiz yastıkları, çarşafları sevmemizden geliyor olmalı. Hani bir de şu denir: ilk yattığın evde gördüğün rüya gerçek olur.

Başlangıçlar ve listeler

Edward Said ve de Umberto Eco’dur.

Başlangıçlar ve sonuçlar

Benjamin, Tek Yönlü Yol’da şöyle diyor: “Büyük yazarlar tamamlanmış yapıtlardansa ömür boyu üzerinde uğraşmaya devam ettikleri fragmanların yükünü daha çok hissederler. Çünkü sonuçlardan benzersiz bir haz duyanlar, ancak nispeten zayıf ve kafası karışık olanlardır; bu bütünlenmenin kendilerini hayata iade ettiğini düşünürler. Oysa deha her kesintiyi, kaderin her vuruşunu, işliğinde çalışırken dalıverdiği müşfik uyku gibi karşılar. Ve bunlardan fragmanlarla tılsımlı bir çember örer. ‘Deha zahmettir’.” (Standart saat, Son bakışta aşk. s. 52)

Yeni bir yol bulmalı, yazmaktan geçen

41 yaşındayım ve bu yaşa kadar öğrenmem gerekenleri öğrenemediğim kanısındayım. Bununla birlikte, aslında, “öğrenmem gerekenler”in de ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Bu bir his sadece. Ne kadar sendelediğime ve savrulduğuma bakarak içimden sık sık tekrarladığım bir söz öbeği. Yalnız, kırkıma yaklaşırken, aynı anda hem lanetim hem de kurtuluşum olan tek bir yaşamsal bilgiye sahip olduğumu fark ettim: panta rei.

Her şeyin akacağı bilgisi bir lanet, çünkü hiçbir acının aynı kalmayacağı, aynı zamanda hiçbir kaybın da dünyanın sonu olmayacağı anlamına geliyor; bana göre çevirisi, tutkunun yitimi. Tutkusuz yaşanır mı? Ben bir kişiyi, bir durumu, bir kitabı, bir bilgiyi, herhangi bir olguyu, hayatın onsuz olamayacağı duygusuyla isterim. Bir şeyin başka bir şeyle ikame edilebilirliği, vazgeçilebilirliği, hayatı benim için anlamsız ve dolayısıyla çekilmez kılar.

Her şeyin akacağı bilgisi aynı zamanda bir kurtuluştur, çünkü bir şey ne kadar acı olursa olsun geçecektir.

Müzisyen değilim, ressam ya da heykeltıraş değilim. Sanatçılardır, yitip gitmeyen. Sanatçı değilim ama en azından kelimelerim var, tutkuyla bağlı olduğum. Birkaç dilde kelimeler. Ve kelimelere olan tutkum sürdükçe muhtemelen yaşayacağım. Şimdilik sürüyor. Kelimeleri öyle bir araya getireceğim ki bu bir ertesi güne, yeni bir başlangıca benzeyecek. Ve ben bir gün daha yaşamanın bir yolunu bulacağım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.