29 Nisan 2015 Çarşamba

Köln, am Hof

Köln, Am Hof

Herzzeit, es stehn
die Geträumten für
die Mitternachtsziffer.

Einiges sprach in die Stille, einiges schwieg,
einiges ging seiner Wege.
Verbannt und Verloren
waren daheim.

Ihr Dome.

Ihr Dome ungesehn,
ihr Ströme unbelauscht,
ihr Uhren tief ins uns.


Paul Celan 
Paris, Quai Bourbon, Pazar, 20 Ekim 1957
Öğleden sonra iki buçuk

İlknur Özdemir'in çevirisinden çok farklı olarak, benim önerdiğim çeviri, böyle:

Kalp zamanı, duruyor
düşlenenler
gece yarısı saatleri için.

Kimisi konuştu sessizliğe, kimisi sustu,
kimisi gitti kendi yoluna.
Sürgün ve kayıptılar
evde.

Kubbeleriniz.

Keşfedilmemiş kubbeleriniz,
nehirleriniz sessiz,
ta içimizde saatleriniz.


Çünkü, 14 Ekim 1957'de, Celan ve Bachmann Köln'de, adresi "Am Hof" olan bir otelde bir gece geçirmişler. (Mektuplaşmalarda bu bilgi yer almıyor.) Bunun ışığında bence, örneğin "dome", "katedral" olarak çevrilemez. Ya da en azından bir sözcük oyunu yapılmış olabilir... Örtük ya da açık olarak cinsellik, Celan şiirinde yer alan bir temadır.

Şiir çevirmek ne kadar zor!

O geceden sonra herkes kendi yoluna gitmiş; 28 Ekim'de Bachmann yazana kadar Celan hemen her gün, karşılığını beklemeksizin, içinde bu şiirin de olduğu bir ya da birkaç şiirlik bir dizi mektup göndermiş.

Özdemir çevirisi, şöyle:

Kalp zamanı,
Gece yarısı rakamları için
duruyor düşlenenler.

Bir şey konuştu sessizliğin içine, bir şey sustu,
Birazı kendi yoluna gitti.
Sürgün ve yitik
Vardılar eve.
Siz katedraller.

Görülmeyen katedraller,
İşitilmeyen ırmaklar
siz saatler, ta içimizde.

Bir de şu var, herhangi bir bağlamda yazdığı bir şiiri Bachmann'a yollayıp fikir soruyor değil, özellikle onun için yazıyor, ona yazıyor.

Aşağıda, Celan ve Bachmann mektuplaşmaları hakkında güzel bir yazının linkini bulacaksınız:

http://www.deutschlandfunk.de/ich-habe-ihn-mehr-geliebt-als-mein-leben.700.de.html?dram:article_id=83739

28 Nisan 2015 Salı

Bir gün ve bir gün daha

Lodoslu sen. Sessizlik
yürüdü yanımızda ikinci, belirgin
bir yaşam gibi.
Kazandım, kaybettim, inandık
yavan mucizelere, göğe
irice yazılmış dal, taşıdı bizi, büyüdü
ayın çizdiği yolda, bir sabah
yükselip girdi düne, şamdanı aldık,
ağladım avucuna.

Paul Celan'dan Ingeborg Bachmann'a, Paris, 13.12.1957

25 Nisan 2015 Cumartesi

Gece ve babaannem

Gece yazı yazılmaz. Gece bir tuhaftır, insan olmadık şeyleri oldururum sanır; halbuki şeyler kendi krallıklarını ilan eder, bir başına buyrukluktur hüküm sürer gecede. Yazarken düşüncelerinizin hızına asla yetişemezsiniz; yetiştiğinizi sandığınız anda bir sis perdesinin arkasına çekilir gibi olur yazdıklarınız. Gece zamanın akışı yavaşlamış gibi gelir, oysa saate bakarsınız 1 olmuş; on dakika sonra bir daha baktığınızda saat 2 ya da daha geçtir :) Her yönden yanıltıcıdır gece -uykusuz kalmak da cabası, ama tüm bu pratik sorunlara rağmen, gece yazarım. Neden olarak, başka vaktim olmadığını ileri sürerim.

Kişisel tecrübemin yanı sıra, önemli eserler yaratmış yazar ve sanatçıların çalışma rutinleri, dolayısıyla da disiplinlerine baktığımda hep sabah çok erken kalkıp çalıştıklarını görüyorum. Örneğin şair W. H. Auden gece çalışanlar için ağır konuşuyor: "Ancak dünyanın Hitlerleri gece çalışır; hiçbir dürüst sanatçı böyle çalışmaz" diyor. Geçenlerde yitirdiğimiz G. Grass "Asla, asla gece olmaz. Geceleri yazmak çok kolaydır. Sabah okuduğumda gece yazdıklarımın hiç iyi olmadıklarını görürüm." diyor.

Gerçekten başka vaktim olmadığı için mi gece yazıyorum, yoksa burada gerçekten bir dürüstlük sorunu mu var? Gün ışığında kendine itiraf edemediklerini ya da söylemeye cüret edemediklerini gece söyleyebilmek daha mümkün belki. Gecenin bulanık ve yorgun aklıyla -bir nevi sarhoş gibi, bazen de gerçekten sarhoş- yazmanın, daha az cesaret istediği kesin. Ortaya öyle ya da böyle, kısa ya da uzun bir metin çıktığında da, yaşam koşullarına göre yazma ediminin lüks olduğu benim gibi insanlar için metnin iyi olup olmaması o kadar da hayati bir ölçüt olmuyor. Yazarken müzik hayati önemde ama. Benim karalamalarıma her zaman müzik eşlik eder; müzik de en iyi gece dinlenir, hissedilir.

Bu sayfanın başına oturduğumda, yani gece yazmak üzerine ahkam keserek lafı dolandırmaya başlamadan önce, bambaşka bir şey vardı aklımda: Babaannemden söz edecektim. Bütün gün onu düşündüm durdum. Neden bu yoğunlukta, şimdilik bilmiyorum.

Babaannem ben 8 yaşındayken öldü. Ben o sırada, ağır, ateşli bir çocuk hastalığı geçiriyordum. Sanırım kabakulak olmuştum. Olan bitenin farkında olmakla birlikte, belki hastalığın da etkisiyle belki değil, kimseye bir şey sormuyordum. Hayatımın en önemli figürü, benimle aynı günlerde, başka bir evde ya da hastanede yatıyordu. Birkaç gün içinde o öldü, bense iyileştim. Öldüğünü anlamıştım, ama ölümün ne demek olduğunu anlamamıştım. Bir gün annem, "sen ne biçim çocuksun, insan babaannesi ölür de hiç üzülmez, ağlamaz mı" dedi. O an içimde bir yara açıldı, ama yine de ağlamadım.

Babaannem çok değerli, çok farklı bir insandı; elbette herkes biriciktir; ama o bana eşsiz gelirdi. Belki de bana eşsizmişim gibi davrandığından. Sadece bana değil herkese, özel, duyulmadık şekilde hitap ederdi. Örneğin ben, "kayısı gülü"ydüm onun; sarı saçlarımdan ötürü. Dedeme bila istisna "Sabrim" derdi. Binbir gece masallarını, Acem masallarını bilir, çok da güzel anlatırdı. Çok güzel yemek yapardı. Çok güzel ata binerdi (binermiş gençken. Fotoğrafları var). Bir otacı kadar bilgiliydi bitkiler konusunda. Sevgisiyse bütün mahalleye yetecek kadar çoktu. Gençken, özgürlüğün vücut bulmuş haliymiş zannımca, o döneme göre çok geç evlenmiş; 36 yaşındaymış babamı doğurduğunda.

Onu çok özlüyorum. Bugün de onunla dolu, onu hatırladığım, hissettiğim, "yaşattığım" bir gün oldu. Ne derler bilirsiniz: ölenler, yaşayanlar onları hatırladığı sürece ölmüş sayılmazlar. Ve Saroyan usta ne demiş, "Ey insanlar, sizin için buradayım ben, sizi yazmak için, sizi yaşatmak için, birileri yazmalı, hakkında bir şeyler yazılmadan kimse göçüp gitmemeli bu dünyadan"…

Bu gece bu yazıya eşlik eden parça ise bu oldu:



23 Nisan 2015 Perşembe

Einsamkeit/Yalnızlık -R. M. Rilke

Einsamkeit 

Die Einsamkeit ist wie ein Regen. 
Sie steigt vom Meer den Abenden entgegen; 
von Ebenen, die fern sind und entlegen, 
geht sie zum Himmel, der sie immer hat. 
Und erst vom Himmel fällt sie auf die Stadt. 

Regnet hernieder in den Zwitterstunden, 
wenn sich nach Morgen wenden alle Gassen 
und wenn die Leiber, welche nichts gefunden, 
enttäuscht und traurig von einander lassen; 
und wenn die Menschen, die einander hassen, 
in einem Bett zusammen schlafen müssen: 

dann geht die Einsamkeit mit den Flüssen...

Rainer Maria Rilke



Yalnızlık


Yalnızlık yağmur gibidir.
Denizden yükselir, akşama doğru;
uzak ve ıssız ovalardan çıkar,
her zaman ait olduğu göğe.
Ve ancak gökyüzünden
boşalır kente.

Yağmur düşer seher saatlerine,
tüm sokaklar yüzünü güne döndüğünde,
umduğunu bulamamış kalpler
düş kırıklığıyla ve üzgün ayrılırken;
Ve birbirine katlanamayanlar
birlikte uyumaya mecburken:

yalnızlıktır akan sellerle...

(Çev. 2011)


21 Nisan 2015 Salı

İstiklal

Gözüme güneş girdiğinde
gülümsüyormuş gibi göründüğüm doğrudur
Ama gülümsemiyorum
(Örneğin yunuslar gülüyor mu)

Bebekleri biberondan süt içerken
akordeon çalan kadın
Ona gülümsediğimi sandığı için
memnunum yine de

:)

19 Nisan 2015 Pazar

Emily Dickinson -917

Love -is anterior to Life-
Posterior -to Death-
Initial of Creation, and
The Exponent of Earth-

Aşk -yaşamdan önce gelir-
-Ölümden- geriye kalır
İlk harfidir yaratılışın, ve
dünyayı içine alır-

(Çev. 2011 ya da 2012)

Veda/Der Abschied

Veda


Kucaklıyoruz birbirimizi.

Ben iyi bir kumaşa dokunuyorum,

sen ucuz.

Çabuk oluyor kucaklaşmamız.

Ziyafete gidiyorsun sen,

benim peşimde polisler.

Havalardan söz ediyoruz

ve süren dostluğumuzdan.

Yoksa çok acı olacaktı

başka türlüsü.


Aşk Şiirleri
Seçkiyi hazırlayan Elisabeth Hauptmann
Insel Verlag, s. 42

(Çev. Temmuz 2013)


Der Abschied


Wir umarmen uns.

Ich fasse reichen Stoff

Du fassest armen.

Die Umarmung ist schnell

Du gehst zu einem Mahl

Hinter mir sind die Schergen.

Wir sprechen vom Wetter und von unsrer

Dauernden Freundschaft. Alles andere

Wäre zu bitter.


Bertolt Brecht

Liebesgedichte
Ausgewaehlt von Elisabeth Hauptmann
Insel Verlag, s.42


15 Nisan 2015 Çarşamba

Halüsinasyonlar


Öldüğüne kendimi inandıramadığım her insana olduğu gibi, Galeano'ya da sık sık rastlıyorum bu günlerde. Kaçırdığım metro hızlıca geçerken, içeride camdan bakıyor; İstiklal'deki YKY mağazasına ben tam girerken o dışarı çıkıyor; vapura son anda atlarken bir bakıyorum yanımda o.

Sürekli kafam onunla meşgul, bir yazı tasarlıyorum; ama henüz erken. Onun söyleyişiyle, "müziği" hissedemiyorum daha, bölük pörçük bazı melodiler var ama birbiriyle bütünleşmiyor. Bir de tabii, yasını tutuyorum, bunun gibi parçaları okuduğumda gözyaşlarımı tutamıyorum:

Ağlayış

Bu, vahşi ormanlarda geçmiş bir olaydır. Ekvador Amazon'unda, Şuar yerlileri, ölmek üzere olan bir ninenin başucunda yas tutmaktaydılar. Ölüm döşeğinin çevresini almış, ağlaşıyorlardı. Başka bir dünyadan gelmiş olan bir yabancı bunu görünce,
"Gözünün önünde neden ağlıyorsunuz, kadıncağız daha yaşarken?" diye sordu.
Ağlaşanlar şöyle karşılık verdiler:
"Onu ne kadar çok sevdiğimizi bilsin diye."
Kucaklaşmanın Kitabı, s. 208.


Madem ki Galeano yazısı kendi zamanını bekleyecek,  ben de kendimi sokaklara vuruyorum her fırsatta, kitapçılara girip çıkıyorum. Pandora'ya dün uğradığım halde bugün yine uğradım  ama boşa gitmedi, Sacks'ın beklenen kitabı çıkmış: Halüsinasyonlar!

Kitabı görür görmez canlanan bir anıyla, içindekilere göz gezdirdim ve mutlaka olması gerek diye düşündüğüm şeyi, gerçekten de buldum: Bölüm 14. Doppelgänger'ler: Kendi Halüsinasyonunu Görmek.

Doppelgänger terimini, kitabın çevirmeni Deniz Koç şöyle açıklıyor:

Alman folklorunda, insanın kendine tıpatıp benzeyen görüntüsü. Her yaratığın ayırt edilemeyecek kadar kendine benzeyen bir eş ruhu olduğuna dair eski ve yaygın bir inançtır (s. 216).

Bu inanç öyle yaygındır ki, bizim de aynı şeyi anlatan bir deyimimiz vardır: İnsanlar çift yaratılmıştır.  Çocukken, neden olduğu bilinmez, bu söz çok yer etmişti içimde. Benimle eş olan o kişinin nerede yaşadığını, o anda ne yapıyor olduğunu sık sık düşündüğümü hatırlıyorum.

Sacks bu bölümde, kendi halüsinasyonunu görmenin birkaç türünü tarif ediyor (Şuar yerlileri gibi, ölümün kıyısında duran Oliver Sacks için şimdiden ağlaşmayacağım, bunu sonraya bırakıyorum; şimdi yalnızca kitabının benim anımla ilgili bölümünden söz edeceğim). Birincisi, beden dışı deneyim olarak adlandırdığı, uyku felcine bağlı olarak ortaya çıkan havaya yükselme ya da havada asılı durma hissi. İkincisi, ölüme yakın deneyim denen, çoğunlukla ölümcül bir krize ilişkin, karanlık tünel ve tünelin sonundaki ışıkla tanımlanan, aynı hafifleme ve yükselme hissi. Üçüncüsü de benim yaşadığım:
Bazen de, kişi bedenini terk etmemiştir, fakat normal görüş açısından kendisinin bir kopyasını, çiftini görür, üstelik bu öteki ben onun duruşunu ve hareketlerini taklit eder (ya da paylaşır). Bu otoskopik halüsinasyonlar tamamıyla görseldir ve çok kısa sürerler; örneğin, birkaç dakika süren bir migren ya da epilepsi aurasında belirebilirler (s.221).
19 yaşından 20 yaşın ortalarına dek, o dönemde yeni açılan Çırağan Sarayı Oteli'nin ziyafet servisinde çalıştım. Ancak o yaşta dayanılabilecek, vahşi bir sömürüydü vardiyalar; saat 15:00'te işbaşı yapar, 12 saat sonra eve giderdik. Sadece çalışma süresi değil, çalışma temposu ve iş yükü de muazzamdı; saatlerce hiç durmadan koşarak ve ağır tabakları, tepsileri taşıyarak çalışırdınız. Bomboş salonda masaları kurarak işe başlar, işin sonunda her şey temiz bir şekilde yerine yerleştirilmeden bırakamazdınız. Yanılmıyorsam 90 kişilik bir ekiptik, her ziyafet aynı büyüklükte olmaz, hepimiz aynı anda çalışmazdık; ama yanlış hatırlamıyorsam en çok çağrılanlardan biriydim, bu da günlerce (bir hafta?) arka arkaya çalışmak demekti. 04:00'te evde olur, kafayı vurup yatar, 9:00'da kalkar, bir şeyler atıştırıp çıkar, sevgilimle buluşur, 15:00'te işyerine girene kadar gezer, çoğunlukla yemek yemeyi unuturdum. Günlerce aynı döngü. Yakınlarım bilirler, çalışma söz konusu olduğunda yorulduğumu hissetmem. Yeter ki keyfim yerinde olsun. O günlerde de keyfim yerindeydi, güle oynaya eşek gibi çalışıyordum. O yıllardaki kazanç düzeyine ya da yaşımıza göre iyi kazanıyorduk. Ama yine de çok ağır bir işti.

Bir gün hazırlandım, çıktım. Kadıköy'e vardığımda vapur yeni kalkmıştı, turnikelerden geçip salona oturdum. Oturduğum yerden dışarıya bakıyordum. Turnikeden kendimin geçtiğini, bana doğru yürüdüğünü gördüm. O kadar gerçek ve şüpheye yer bırakmayacak denli canlıydı ki görüntü! Sacks'ın kitabındaki vakalarda bu "ben" görüntüsünün kişinin o gün giydiğiyle aynı kıyafetleri giymiş olacağı (bir nevi ayna görüntüsü) yazıyor. Doğrusu o gün buna hiç dikkat etmedim (oldum olası ne giydiğime dikkat etmemişimdir, oğlum bebekken dış kapıya kadar birkaç kez terlikle bir kere de af buyurun donla çıkmışlığım vardır -ama bu daha çok dalgınlıkla ilgili, değil mi?) ama o "ben"in omzunda da benimkinin aynısı bir çanta asılı olduğunu hatırlıyorum. Kendi görüntümü fark etmemle çok yakınıma kadar gelip kaybolması 10 saniyeden az sürmüş olmalı. Bu beni o anda hiç korkutmadı ve yadırgatmadı, ama olup bittikten sonra, kendimi harcarken artık daha dikkatli olmam gerektiğini anladım.

İşte böyle.

13 Nisan 2015 Pazartesi

"Gönlün haritasında sınır yoktur"

Facebook'ta gezinirken gözüm, bilgisayar ekranının sağ tarafındaki özet haberler kolonunda "Eduardo Galeano (1940-2015)" diye bir satıra takıldı. Önce inanmak istemedim, saliseler sonrasında ise sanki bugün değil daha önce ölmüş de haberim olmamış gibi bir hisse kapıldım: yasını tutmayı kaçırmıştım... Tıkladım, haber çok yeniydi oysa. Galeano, 74 gibi günümüz için genç sayılabilecek bir yaşta, akciğer kanseri yüzünden, aramızdan bugün ayrılmıştı.

Haberi öğrendiğimde evdeydim, hemen kalkıp, çoğu başucumda duran kitaplarını bir araya, elimin altına toplama ihtiyacı duydum. Denebilir ki, bir çeşit sarılma ihtiyacıydı bu. Baktım, bu toplamda birkaç eksik vardı. Galeano'nun ölümlü olduğunu henüz bilmiyorken arkadaşlarıma vermiş olacağım.

Öldüğünü duymamış olduğumu neden varsaydım, neden yasını tutmayı kaçırdığımı hissettim?
Çünkü onu uzun bir süredir okumamıştım; yani duyguya tercüme etmek gerekirse, onu terk etmiş, ya da en hafifinden ihmal etmiştim...

Neden kitapları başucumda duruyor ve neden, onu ihmal edişim?
Çünkü bir zamanlar, uyumadan önce, rastgele bir kitabını açar, bir sayfa da olsa ondan bir şeyler okur, öyle uykuya dalardım. Alışkanlık haline getirmiştim bunu. Sonra, raftaki kitapların yalnızca sırtlarına bakmak ve içindeki en sevdiğim yazıları aklımdan şöyle bir geçirmek bana yetmeye başladı. Bu elbette okumakla aynı şey değildi, ama diğer yandan Galeano okurları bilirler ki onun anlattığı rüyalar birer gerçekliktir ve anlattığı gerçek olaylar büyülü biçimde insanı, düş gücünü kuşatır: Düşlemek her şeydir.

Neden Galeano ölümsüz gelirdi bana?
Çünkü Galeano'nun metinleri zamansızdır. Aynı anda hem geçmişte hem de bugündedir. Bu yüzden, gelecekte de yaşayacaklar. Şu anda duyduğum acı nedeniyle hissedemesem de, biliyorum ki Galeano da yaşayacak.


Başlığı ödünç aldığım harika söyleşi için bakınız:
https://oggito.com/eduardo-galeano-gonlun-haritasinda-sinir-yoktur-2-0720146010

9 Nisan 2015 Perşembe

Cabo Verde Müziği -2


Mariza ve Tito Paris düeti:

Beijo de Saudade/Hasret Öpücüğü

Tejo Nehri'nin aziz dalgaları
Gel seni sularından öpeyim
İzin ver sana bir öpücük vereyim
Bir hüzün öpücüğü
Bir hasret öpücüğü
Sen de onu denize taşı ve deniz de ülkeme götürsün 

Benim ülkem küçüktür
Cabo Verde'dir o, benimdir
Bir ülke ki, denizde bir çocuk gibi görünür
Okyanusun oğludur o,
Gökyüzünün oğludur
Anamın ülkesidir,
Aşkımın ülkesidir

Kristal dalgalarında
Bırak öpeyim seni
Şu kız ağzından öpeyim

Sana bir öpücük vereyim, ah Tejo
Bir hüzün öpücüğü
Bir hasret öpücüğü
Sen denize taşı onu, deniz de götürsün benim ülkeme...

3 Nisan 2015 Cuma

Sürgün/ Exil

Ingeborg Bachmann, son şiirlerinden birini okuyor.
Ben onun sesini, şiirdeki duraklarını temel alarak çevirmeye, yine onları esas alarak yazmaya çalıştım. Türkçede böyle olması gerek, diye düşündüm. O nedenle benim çevirim, hem Bachmann'ın şiirinin yazılı halinden, hem de Ahmet Cemal çevirisinden oldukça farklı oldu.




Exil

Ein Toter bin ich der wandelt
gemeldet nirgends mehr
unbekannt im Reich des Präfekten
überzählig in den goldenen Städten
und im grünenden Land
abgetan lange schon
und mit nichts bedacht

Nur mit Wind mit Zeit und mit Klang
der ich unter Menschen nicht leben kann

Ich mit der deutschen Sprache
dieser Wolke um mich
die ich halte als Haus
treibe durch alle Sprachen

O wie sie sich verfinstert
die dunklen die Regentöne
nur die wenigen fallen

In hellere Zonen trägt dann sie den Toten hinauf

(1957)



Sürgün

Bir ölüyüm
ben
dolanıp duran

Hiçbir yerde kaydı
olmayan
artık

Hükmedenlerin krallığında tanınmayan
Göz alıcı kentlerde ve yeşeren tarlalarda
fazlalık

İşi bitmiş
çoktan
ve hiç hatıra gelmemiş

Ben, insanlar arasında yaşayamayan

Yalnız rüzgarla
zamanla
ve sesle

Ben, Almanca diliyle:
Evim saydığım
bu bulutla çevremde
süzülürüm tüm dillerde

Ah, nasıl da kapattı hava
Karanlık yağmur bulutları
pek azını döküyor yere

Sonra taşıyor 
ölüyü 
daha aydınlık bölgelere