Kişisel tecrübemin yanı sıra, önemli eserler yaratmış yazar ve sanatçıların çalışma rutinleri, dolayısıyla da disiplinlerine baktığımda hep sabah çok erken kalkıp çalıştıklarını görüyorum. Örneğin şair W. H. Auden gece çalışanlar için ağır konuşuyor: "Ancak dünyanın Hitlerleri gece çalışır; hiçbir dürüst sanatçı böyle çalışmaz" diyor. Geçenlerde yitirdiğimiz G. Grass "Asla, asla gece olmaz. Geceleri yazmak çok kolaydır. Sabah okuduğumda gece yazdıklarımın hiç iyi olmadıklarını görürüm." diyor.
Gerçekten başka vaktim olmadığı için mi gece yazıyorum, yoksa burada gerçekten bir dürüstlük sorunu mu var? Gün ışığında kendine itiraf edemediklerini ya da söylemeye cüret edemediklerini gece söyleyebilmek daha mümkün belki. Gecenin bulanık ve yorgun aklıyla -bir nevi sarhoş gibi, bazen de gerçekten sarhoş- yazmanın, daha az cesaret istediği kesin. Ortaya öyle ya da böyle, kısa ya da uzun bir metin çıktığında da, yaşam koşullarına göre yazma ediminin lüks olduğu benim gibi insanlar için metnin iyi olup olmaması o kadar da hayati bir ölçüt olmuyor. Yazarken müzik hayati önemde ama. Benim karalamalarıma her zaman müzik eşlik eder; müzik de en iyi gece dinlenir, hissedilir.
Bu sayfanın başına oturduğumda, yani gece yazmak üzerine ahkam keserek lafı dolandırmaya başlamadan önce, bambaşka bir şey vardı aklımda: Babaannemden söz edecektim. Bütün gün onu düşündüm durdum. Neden bu yoğunlukta, şimdilik bilmiyorum.
Babaannem ben 8 yaşındayken öldü. Ben o sırada, ağır, ateşli bir çocuk hastalığı geçiriyordum. Sanırım kabakulak olmuştum. Olan bitenin farkında olmakla birlikte, belki hastalığın da etkisiyle belki değil, kimseye bir şey sormuyordum. Hayatımın en önemli figürü, benimle aynı günlerde, başka bir evde ya da hastanede yatıyordu. Birkaç gün içinde o öldü, bense iyileştim. Öldüğünü anlamıştım, ama ölümün ne demek olduğunu anlamamıştım. Bir gün annem, "sen ne biçim çocuksun, insan babaannesi ölür de hiç üzülmez, ağlamaz mı" dedi. O an içimde bir yara açıldı, ama yine de ağlamadım.
Babaannem çok değerli, çok farklı bir insandı; elbette herkes biriciktir; ama o bana eşsiz gelirdi. Belki de bana eşsizmişim gibi davrandığından. Sadece bana değil herkese, özel, duyulmadık şekilde hitap ederdi. Örneğin ben, "kayısı gülü"ydüm onun; sarı saçlarımdan ötürü. Dedeme bila istisna "Sabrim" derdi. Binbir gece masallarını, Acem masallarını bilir, çok da güzel anlatırdı. Çok güzel yemek yapardı. Çok güzel ata binerdi (binermiş gençken. Fotoğrafları var). Bir otacı kadar bilgiliydi bitkiler konusunda. Sevgisiyse bütün mahalleye yetecek kadar çoktu. Gençken, özgürlüğün vücut bulmuş haliymiş zannımca, o döneme göre çok geç evlenmiş; 36 yaşındaymış babamı doğurduğunda.
Onu çok özlüyorum. Bugün de onunla dolu, onu hatırladığım, hissettiğim, "yaşattığım" bir gün oldu. Ne derler bilirsiniz: ölenler, yaşayanlar onları hatırladığı sürece ölmüş sayılmazlar. Ve Saroyan usta ne demiş, "Ey insanlar, sizin için buradayım ben, sizi yazmak için, sizi yaşatmak için, birileri yazmalı, hakkında bir şeyler yazılmadan kimse göçüp gitmemeli bu dünyadan"…
Bu gece bu yazıya eşlik eden parça ise bu oldu:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.