Öldüğüne kendimi inandıramadığım her insana olduğu gibi, Galeano'ya da sık sık rastlıyorum bu günlerde. Kaçırdığım metro hızlıca geçerken, içeride camdan bakıyor; İstiklal'deki YKY mağazasına ben tam girerken o dışarı çıkıyor; vapura son anda atlarken bir bakıyorum yanımda o.
Sürekli kafam onunla meşgul, bir yazı tasarlıyorum; ama henüz erken. Onun söyleyişiyle, "müziği" hissedemiyorum daha, bölük pörçük bazı melodiler var ama birbiriyle bütünleşmiyor. Bir de tabii, yasını tutuyorum, bunun gibi parçaları okuduğumda gözyaşlarımı tutamıyorum:
Ağlayış
Bu, vahşi ormanlarda geçmiş bir olaydır. Ekvador Amazon'unda, Şuar yerlileri, ölmek üzere olan bir ninenin başucunda yas tutmaktaydılar. Ölüm döşeğinin çevresini almış, ağlaşıyorlardı. Başka bir dünyadan gelmiş olan bir yabancı bunu görünce,
"Gözünün önünde neden ağlıyorsunuz, kadıncağız daha yaşarken?" diye sordu.
Ağlaşanlar şöyle karşılık verdiler:
"Onu ne kadar çok sevdiğimizi bilsin diye."Kucaklaşmanın Kitabı, s. 208.
Madem ki Galeano yazısı kendi zamanını bekleyecek, ben de kendimi sokaklara vuruyorum her fırsatta, kitapçılara girip çıkıyorum. Pandora'ya dün uğradığım halde bugün yine uğradım ama boşa gitmedi, Sacks'ın beklenen kitabı çıkmış: Halüsinasyonlar!
Kitabı görür görmez canlanan bir anıyla, içindekilere göz gezdirdim ve mutlaka olması gerek diye düşündüğüm şeyi, gerçekten de buldum: Bölüm 14. Doppelgänger'ler: Kendi Halüsinasyonunu Görmek.
Doppelgänger terimini, kitabın çevirmeni Deniz Koç şöyle açıklıyor:
Alman folklorunda, insanın kendine tıpatıp benzeyen görüntüsü. Her yaratığın ayırt edilemeyecek kadar kendine benzeyen bir eş ruhu olduğuna dair eski ve yaygın bir inançtır (s. 216).
Bu inanç öyle yaygındır ki, bizim de aynı şeyi anlatan bir deyimimiz vardır: İnsanlar çift yaratılmıştır. Çocukken, neden olduğu bilinmez, bu söz çok yer etmişti içimde. Benimle eş olan o kişinin nerede yaşadığını, o anda ne yapıyor olduğunu sık sık düşündüğümü hatırlıyorum.
Sacks bu bölümde, kendi halüsinasyonunu görmenin birkaç türünü tarif ediyor (Şuar yerlileri gibi, ölümün kıyısında duran Oliver Sacks için şimdiden ağlaşmayacağım, bunu sonraya bırakıyorum; şimdi yalnızca kitabının benim anımla ilgili bölümünden söz edeceğim). Birincisi, beden dışı deneyim olarak adlandırdığı, uyku felcine bağlı olarak ortaya çıkan havaya yükselme ya da havada asılı durma hissi. İkincisi, ölüme yakın deneyim denen, çoğunlukla ölümcül bir krize ilişkin, karanlık tünel ve tünelin sonundaki ışıkla tanımlanan, aynı hafifleme ve yükselme hissi. Üçüncüsü de benim yaşadığım:
Bazen de, kişi bedenini terk etmemiştir, fakat normal görüş açısından kendisinin bir kopyasını, çiftini görür, üstelik bu öteki ben onun duruşunu ve hareketlerini taklit eder (ya da paylaşır). Bu otoskopik halüsinasyonlar tamamıyla görseldir ve çok kısa sürerler; örneğin, birkaç dakika süren bir migren ya da epilepsi aurasında belirebilirler (s.221).19 yaşından 20 yaşın ortalarına dek, o dönemde yeni açılan Çırağan Sarayı Oteli'nin ziyafet servisinde çalıştım. Ancak o yaşta dayanılabilecek, vahşi bir sömürüydü vardiyalar; saat 15:00'te işbaşı yapar, 12 saat sonra eve giderdik. Sadece çalışma süresi değil, çalışma temposu ve iş yükü de muazzamdı; saatlerce hiç durmadan koşarak ve ağır tabakları, tepsileri taşıyarak çalışırdınız. Bomboş salonda masaları kurarak işe başlar, işin sonunda her şey temiz bir şekilde yerine yerleştirilmeden bırakamazdınız. Yanılmıyorsam 90 kişilik bir ekiptik, her ziyafet aynı büyüklükte olmaz, hepimiz aynı anda çalışmazdık; ama yanlış hatırlamıyorsam en çok çağrılanlardan biriydim, bu da günlerce (bir hafta?) arka arkaya çalışmak demekti. 04:00'te evde olur, kafayı vurup yatar, 9:00'da kalkar, bir şeyler atıştırıp çıkar, sevgilimle buluşur, 15:00'te işyerine girene kadar gezer, çoğunlukla yemek yemeyi unuturdum. Günlerce aynı döngü. Yakınlarım bilirler, çalışma söz konusu olduğunda yorulduğumu hissetmem. Yeter ki keyfim yerinde olsun. O günlerde de keyfim yerindeydi, güle oynaya eşek gibi çalışıyordum. O yıllardaki kazanç düzeyine ya da yaşımıza göre iyi kazanıyorduk. Ama yine de çok ağır bir işti.
Bir gün hazırlandım, çıktım. Kadıköy'e vardığımda vapur yeni kalkmıştı, turnikelerden geçip salona oturdum. Oturduğum yerden dışarıya bakıyordum. Turnikeden kendimin geçtiğini, bana doğru yürüdüğünü gördüm. O kadar gerçek ve şüpheye yer bırakmayacak denli canlıydı ki görüntü! Sacks'ın kitabındaki vakalarda bu "ben" görüntüsünün kişinin o gün giydiğiyle aynı kıyafetleri giymiş olacağı (bir nevi ayna görüntüsü) yazıyor. Doğrusu o gün buna hiç dikkat etmedim (oldum olası ne giydiğime dikkat etmemişimdir, oğlum bebekken dış kapıya kadar birkaç kez terlikle bir kere de af buyurun donla çıkmışlığım vardır -ama bu daha çok dalgınlıkla ilgili, değil mi?) ama o "ben"in omzunda da benimkinin aynısı bir çanta asılı olduğunu hatırlıyorum. Kendi görüntümü fark etmemle çok yakınıma kadar gelip kaybolması 10 saniyeden az sürmüş olmalı. Bu beni o anda hiç korkutmadı ve yadırgatmadı, ama olup bittikten sonra, kendimi harcarken artık daha dikkatli olmam gerektiğini anladım.
İşte böyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.