28 Aralık 2014 Pazar

"Parmağımı kesiyor emiyorum"

"...
Kimbilir belki de bir hayat olamadım
Bir Elam tanrısıyım Keçi sakalım
Kimbilir belki de bir başkasıyım
Bir ölümün Gülüdür alnımda taşıdığım

Kalbim bir dar sokaktır ve tehlikeli
Ben geçtim hayatım geride kaldı
Her dakka birini vurabilirim
Her dakka biri vurabilir beni"


dizelerinin sahibi Ergin Günçe'yi ben çok geç tanıdım. Oradan buradan üstünkörü okuduğum şiirlerini saymazsam, şu an elimde tuttuğum, YKY'nin bu yılın Haziran ayında yayımladığı toplu şiirleri, Türkiye Kadar Bir Çiçek'ten önce, ciddi ciddi Günçe'ye eğilmemiştim. Bu kitabı aslında daha önce Can Yayınları basmış, Günçe öldükten beş yıl sonra. Elimdekinde bir açıklama yok, acaba '88'deki baskının tıpkısı mı, yoksa herhangi bir ekleme yapılmış mı.

İstanbul Erkek Lisesi ve AÜ Siyasal Bilgiler mezunu; üniversiteden sonra ODTÜ'de ekonomi asistanı oluyor; London School of Economics'te iktisat üzerine lisansüstü çalışması ve Paris'te doktora çalışması yapıyor. Dönüşte tekrar ODTÜ'de görevine devam ediyor (1968-1983). 16 Ocak 1983'te, Paris'ten Ankara'ya gelirken, Esenboğa'da uçağı düşüyor ve 45 yaşında hayatını kaybediyor.

Günçe'nin şiirleri, 1960'dan başlayarak, Yelken, Değişim, Papirüs ve Dost gibi dergilerde yayımlanmış. 1964'te çıkan, tek şiir kitabının ismi, Gencölmek.

Dünyanın şerrinden genelde şiire sığınırım; bugün Ergin Günçe'nin şiirine sığındım ama sığınak değil o, onun da kafası hep karışık, o da sığınak arıyor. Soruyor, eşeliyor, öfkeleniyor; cevap yok -vazgeçiyor. Nasıl bulup buluşturuyorsa yeniden başlıyor, hepimiz gibi. "Bir İntihar İçin Müzik" yapıyor, "Bir Delinin İçli Şarkısı"nı söylüyor, "Mayıs Günleri İçin Ağıt" yakıyor. Gencölmüş ama tüm bir ontolojiyi baştan sona katetmiş, gibi duruyor:

"...
Tanrı vardır, ayak diremeli bu konuda Şair
Uzun ayrıntılı bir hesap
Dedemle elele (iki arkadaş) söğütlü yollarda gezdik
Alçak sesle Gökyüzünü konuştuk
Açtık sonra bir dükkan, ısıttık halkı kömürle ve odunla
Süpürgeler, kuşkular, şakalar sattık
Kediler besledik, dondurmalar yedik
Zabitler, bu Tanrı dedemden kaldı bana"

Sonunda şu fikre vardım Günçe'de konukluğumdan sonra: İnsan çokluk aynı fikirde olmadığı birini ancak bu kadar beğenebilir. Çünkü:

"...
Her sıkıya karşı şiir direnecektir
Uyaklı, gür sesli, kekeme, ürkek
Her yönetime karşı başkaldırır aslında
Elemlerin sanatı, Gencölenlerin
..."

Yılın son günlerinde,
onunla karıştırdım küllerimi, yadsıyamam.
Ne bulduğumu korkumdan,
kendime bile fısıldayamam:

"Bir suç oluyorum ben de külümü karıştırınca
Kimleri, kimleri, kimleri vursam
Önce kendimden mi başlasam şakalaşmaya 
Önce kendimden mi başlasam

        Ben istesem Horoz gibi öterim

Alıngan ve içli çocuk olduğum için
Rahatlarım Bankanın camını kırsam
Sularım sonra atımı bir derede
Ne zaman ne zaman kırlara kaçsam

       Ben istesem Kilidimi kırarım

Kumral bir Yaz peşimdedir, dolaşırım ben
Altı yaşında tütüne gittim, oğlak güttüm, çırak
Neler de çıkıyor eşelenince
İnsan büyüyor adam vurarak

     Ben istesem Pusu bile kurarım

Duygulu ve sivri bir öğrenci oldum
Ateş okudum kitap yakarak
Artı-değer kavramını ve günlerce Matematik
Bıçaklar edindim Bursa'ya giderek

      Benim şimşir Kazıklarım vardır

Ne zaman seni vursalar öcünü komam
İpekli dokunur gibi işliyor zaman
Öfke çiçeğim, av borum, işlek çıngırak
Bütün gün kan içinde yoğruluyorum

     Yorulmam dersem Yalan olacak

Bir suç oluyorum ben de külümü karıştırınca
Kimleri, kimleri, kimleri vursam
Önce senden mi başlasam şakalaşmaya
Önce senden mi başlasam"

19 Aralık 2014 Cuma

vanitas vanitatum, et omnia vanitas


























Kültürel bellek konusunda çalışırken, öncelikle bellek nedir, nasıl çalışır, ona bakmak istedim; evde bu konuyla ilgili birkaç kitabım vardı (tabii bu kitapların hangileri olduğunu ve yerlerini bulmak için belleğime güvenmem gerekti, zira bir kataloglama sistemim yok), Douwe Draaisma'nın daha önce burada da bir paragrafına yer verdiğim kitabı "Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer'i gibi örneğin. Okumaktan keyif aldığım, ara ara tekrar döndüğüm, yazmak isteyeceğim türde bir kitaptır.
Son bölüm, "Bellek Gücüyle" -Natürmort Portreleri, kitabın sonuna yakışan bir bölüm olmuş. Draaisma burada Leiden'daki Lakenhal Müzesi'nde bulunan "Vanitas-stilleven met zelfportret van de schilder" adlı tabloyu ve ressamı David Bailly'nin kendi belleğini ve geçmişini resmedişini yorumluyor. 
Evvelki akşam bölümü ikinci kez okudum ve bugün sabah, blog yazısına koymak için internette tablonun bir fotoğrafını aramak istedim. Belleğin ne kadar güvenilmez olduğunu bir kez daha görürken çok da eğlendim. Ressam David Bailly, aklımda her nedense Georg Hailly diye kalmış. Soyadı benziyor ama hafızam David'i hangi mantıkla Georg ile değiştirmiş, kim bilir :) Aradığımı ressamın adından bulamayınca, google araması için şu anahtar sözcükleri kullandım, ve tablo hemen çıktı: Leiden, autoportrait, vanitas. 

Aşağıya, bölümü seve seve yazıyorum:

17 

"Bellek Gücüyle" - Natürmort Portreleri

Babama


Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu başlıklı resmi Leiden'deki Lakenhal Müzesi'nde görebilirsiniz. Resmi, on yedinci yüzyılda Leiden'de yaşamış usta ressam David Bailly yapmış. Bunun kendi portresi olduğunu düşündürecek haklı sebepler var; başka resimlerinden Bailly'nin bu resimdeki kişiye benzediği biliniyor; çağdaşları sonraki kuşaklara onunla ilgili pek bilgi bırakmamışlar. Bailly, 1584'te Leiden'de doğmuş ve oymacı Jacques de Geyn'in atölyesini ziyaret ettikten sonra ressam olmaya karar vermiş. 1608 kışında (o sırada yirmi dört yaşındaydı) Almanya ve İtalya'ya gitmiş ve oralarda hayatını resim yaparak kazanmış. Beş yıl sonra, "seyahat etmekten bitap düşmüş" bir halde Leiden'e geri dönmüş ve kısa zamanda portre sanatçısı olarak ün yapmış. Müşterilerini daha çok üniversite çevresinden insanlar oluşturmaktaymış. 

Geç evlenmiş, 1642'de elli sekiz yaşında. Karısı Agneta van Swanenburgh'un evlendiği sırada kaç yaşında olduğu bilinmiyor. 1657 baharında çift, vasiyetlerini imzalamış; o sırada Bailly vasiyete imza atamayacak kadar kötü durumdaymış. Muhtemelen ekim ayının son günlerinde gerçekleşmiş olan ölümü, Pieterskerk kilisesinin sicil defterine 5 Kasım 1657'de kaydedilmiş. Bailly'nin cemaat için önemli bir kayıp olmadığı muhakkak; zira Pieterskerk'teki ölüm kaydı belediyenin defin kütüğüne geçirilmemiş. 

Günümüzde Bailly daha çok Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu başlıklı resmiyle anılmaktadır. Bu natürmort, ölümlülüğün bir tasviridir. Bailly'nin başından başlayan köşegenin ucu, masadaki diğer objeler içinde hakim konumda olan kafatasında son bulur. Boş göz yuvarları, masanın ucundan sarkan ve üzerinde Vanitas vanitatum, et omnia vanitas [Her şey boş, bomboş, bomboş (Eski Ahit, Vaiz 1:2) ç.n.] yazan bir kağıt parçasına işaret etmektedir. Bailly'nin başı ile kafatası arasında, köşegen, ince dumanı hala tütmekte olan yeni söndürülmüş bir mumu keser. Masanın üzerinde sabun köpükleri uçuşmaktadır: Vita bulla, hayat bir sabun köpüğüdür. Kafatası, dünyevi şeylerin geçiciliğini vurgulayan objelerin arasına konmuştur. İçki kadehi devrilmiş, pipo çoktan bitmiş, güller solmuş ve çiçekleri fazla açılmış, metal para ve süsler masaya saçılmıştır. Kitabın arkasında belli belirsiz seçilebilen kum saatinde zaman dolmak üzeredir.

Duvarda, paletin hemen üzerinde, Frans Hals'e ait bir lavtacı resmi asılıdır. Ressamın hemen önünde bir flavtanın ucu görünmektedir. Sanat eserleri içinde müzik en geçici olanıydı, zira on yedinci yüzyılda hiçbir müzik eseri muhafaza edilememekteydi. İlk yapay ses hafızası (fonograf) ancak 1877 yılında keşfedilmiştir.

X ışınları ilginç bir ayrıntıyı gün yüzüne çıkarmıştır. Bu resmin önceki tasarımında Bailly'nin ressam değneğini masanın ortasında yer alan bir kadın yüzüne doğrulttuğu anlaşılıyor. Değnek daha sonra masaya yerleştirilmiş, ama kadın yüzü, ince bardağın arkasında, adeta bir hayalet gibi belli belirsiz seçilir durumda kalmış. O kadın bizim için bir sır. Kimdi? Neden o sırada ressamın hayatında bu kadar önemli bir yer işgal etmişti? Bailly'yi onu tekrar yok etmeye sevk eden neydi? Hepsinden önemlisi, Bailly onu neden çehresinin aradan parlamasına izin veren boya katmanları arasına gizlemişti?

Bailly'nin yüzünde böbürlenirmiş gibi bir ifade var. Yirmili yaşlarının sonlarında veya otuzlu yaşlarının başında görünüyor, belki seyahatlerinden yeni dönmüş: dünyaya açılan bir genç. Gelgelelim, kendini beğenme ifadesi ciddiyet ifadesiyle dizginlenmiş; elinde tuttuğu küçük yaşlı adam portresi, yüzündeki bu ciddiyet ifadesini daha bir vurguluyor. Bailly, bir gün kendisinin de yaşlı bir adam olacağının farkında olduğunu söylemek ister gibidir; izleyiciyi yaşlılıkla yüz yüze getirir. 

Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu, hayatımızı sonunda ona bir kez daha bakacağımızı düşünerek düzenlememiz gerektiği mesajını taşır. Geçmişe dönüp baktığımızda, hayatımızı belirlemiş olan değerleri nasıl göreceğiz? Zenginlik, güzellik, sanat, bilgi ve bir zamanlar peşinden gittiğimiz diğer şeylerin artık bize bir faydası var mıdır? Hayatın bzie sunduğu şeylerle ilgili bir resim olarak Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu, soldan sağa, gençlikten yaşlılığa, geçmişten geleceğe doğru okunmalıdır. Zamanın oku gibi bu resim de sağa işaret eder. 

Gelgelelim,  Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu, bu resmin yanı sıra başka bir resim de sunar bize. O başka resmi görebilmek için iki şeyi bilmeniz gerekir öncelikle. Bir, vanitas yazısının yer aldığı metinde "David Bailly pinxit Ao 1651" yazısı da yer alır. İki, 1651 yılında Bailly altmış yedi yaşındaydı.

Bu iki ayrıntı her şeyi değiştirir. "Gerçek" otoportre (öyle denebilirse tabii) elinde ressam değneği tutan genç adam değil, oval çerçevedeki yaşlı adamdır. Bailly kendini kırk yıl kadar önceki adam olarak resmetmiştir. Bu otoportrede, geleceğini hayal eden genç bir adam değil, gençliğini hatırlayan yaşlı bir adam görürüz. 

 Genç Bir Ressamın Portresiyle Vanitas Natürmortu'nda adeta parmağımızı şıklattığımız anda zaman perspektifini değiştirebilmemiz mümkündür artık. Bu ters çevirmede, resim ileriye doğru değil geriye doğru, sağdan sola doğru, zamanın gidişatının aksi yönünde hareket eder. Bailly'nin iki portresi birlikte bir gestalt oluşturur, ama uzayda değil, zamanda: İkisini de görmek mümkündür, ama aynı anda değil. 

İşin ilginç tarafı, bu ters çevirmeye rağmen resmin mesajı değişmez, çünkü ikisi de (gençlik günlerini hatırlamak ve yaşlılık yıllarıyla ilgili tahminde bulunmak) zamanın geçişine işaret eder. Bailly de resminde bunu mu vurgulamaya çalışmıştı? Güzel duygularla yad edilen, ama artık geçmişte kalmış gençlik günlerine duyulan hasreti mi ifade etmek istemişti? Yoksa, bu natürmortun yapılmasını sağlayan muazzam bir ustalığın edinildiği, dolu dolu yaşanmış bir ömrü mü? Bütün çabaların beyhudeliğini vurgulamak istemişti belki de? Resim sanatı aracılığıyla, geçiciliğe kalıcılık ihsan eden bu sanat dalı aracılığıyla bize bir anıt mı bırakmak istemişti yoksa? Bailly, niyetleri konusunda bu sessiz resimden başka bir belge bırakmamıştır bize; bu resmi hangi güdülerle yaptığını artık asla bilemeyeceğiz.

Yaşlı Bailly'nin oval portresi, köşegenlerin kesiştiği noktaya yerleştirilmiş. Masanın üzerindeki  bu portre, vanitas natürmortunun bir parçasıdır. Ama resmi, onu "bellek gücüyle" çizen genç Bailly de tutmaktadır bir yandan, üstelik şefkatle bence. Böylece, Bailly ölümünden altı yıl önce, belleği ait olduğu yere yerleştirmiştir; yani kalıcı olan ile geçici olanın tam orta yerine.

Douwe Draaisma, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer, Çev. Gürol Koca, Metis Bilim, 2012, s. 286-290.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Tutkular

 "Yalnızlık tutkularda gezer çoğu kez;
körkütüğünden sırılsıklamına,
zilzurnasından akla yatkınına kadar
bütün tutkularda.
Çünkü aklın,
her şeyi tutkuya dönüştürmek gibi
tuhaf bir köyü vardır;
ve tutkular,
insanı tutmaya yarayan en eski kulplardır
-ki birini göğe çıkarır
ya da yere batırırken
çoğunlukla oralardan tutulur.

Bu yüzden,
önce tutkuları öğrenilir insanın,
sonra tutkuları unutulur."

Hasan Ali Toptaş, "24.", Yalnızlıklar, İletişim, İstanbul

"Bir çeşit özdenetim, yani "tutkunun kölesi" olmaktansa kaderin sillesinin kopardığı duygusal fırtınalara dayanabilme, Eflatun'dan beri yüceltilen bir erdemdir. Bunun eski Yunanca'daki karşılığı olan sophrosyne, Yunanca uzmanı Page Dubois'nın yorumuyla, "kişinin hayatını özenle ve akıllıca yaşaması; ahenkli bir denge ve bilgelik" anlamına gelir. Romalılar ve eski Hıristiyan kilisesiyse buna temperantia, yani dengeleme, duygusal aşırılıkları sınırlama demiş. Amaç, duyguları bastırmak değil, dengedir: Her duygunun kendine özgü bir değeri ve önemi vardır. Tutkusuz bir hayat, yaşamın kendi zenginliklerinden kopuk ve yalıtılmış, donuk, çorak bir kayıtsızlık alemine dönüşebilir. Ancak Aristo'nun tespit ettiği gibi, makbul olan uygun duygudur, yani koşullarla orantılı biçimde hissedebilmektir. Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratır; kontrolden çıktığında, aşırı ve ısrarlı, patolojik bir hale gelir. Kişiyi felç eden baskın kaygılanmada, öfkeye dönüşen kızgınlıkta ve manik ajitasyonda olan da budur." (s.77)

Daniel Goleman, "Tutkunun Köleleri", Duygusal Zeka, Varlık/Bilim, İstanbul

Hasta olmayı kim ister; sürekli kötü hissederek dolaşmayı, elbette istemeyiz. Ama, özellikle geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden bu yana mutluluğun bir zorunlulukmuş gibi empoze edilmesine karşı seslerin yükselmeye başladığı son yıllarda, bu sefer de bir "dengeli olmaya çağrı" furyası sürüp gidiyor. Hayatta neyin dengesi var ki biz dengeli olacağız? Dalganın üzerinde değil, içinde olmalıyız gibi geliyor bana; hem, aşırılıklarımı da sevmeye başladım galiba. Yaşadığımı ancak böyle hissedebiliyorum.

Bir gün dostum bana, "hissettiklerine bakıldığında, tanıdığım en duygusal insansın, ama iş davranmaya geldiğinde mantık abidesi kesiliyorsun, tam bir makinesin" demişti. Bu o kadar doğruydu ki. Şimdiye dek kendi kendime çözemediğim sıkıntıları da açıklıyordu. Bu sanırım, dengeli olmaya çalışmaktı, hatta, dengeli olmaya çalışmak da değil, dengeli görünmeye çalışmak. Asıl sıkıntı burada.

Bence yapılması gereken, mutlu olmaya ya da dengeli olmaya "çalışmak" değil, duygularını -inişiyle, çıkışıyla- nasıl geliyorsa öyle kabul edip, onunla uyumlu olabilmek.

16 Aralık 2014 Salı

İyi yazmak üzerine

"Yazmak, yazarak öğrenilir. Bu herkesin bildiği bir gerçek ve bunun böyle olmasının sebebi doğru olması. Yazmayı öğrenmenin tek yolu kendinizi belirli bir düzende belli miktarda kelime üretmeye zorlamaktır.

Eğer sizden her gün iki üç köşe yazısı yazmanızı bekleyen bir gazetede çalışmaya başlarsanız 6 ay içinde daha iyi bir yazar olursunuz. Bu illa ki daha güzel yazmanız anlamına gelmez; hala pek çok klişe ve anlam belirsizliği yaratan kelime kullanıyor olabilirsiniz, ama dili kağıda dökme yeteneğinizi geliştirmiş, güven kazanmış ve genel olarak sıkıntı yaşadığınız alanları keşfetmiş olursunuz.

Sonuç olarak yazı yazmanın temelinde sıkıntıları gidermek yatar. Sıkıntınız, yazarken kullanacağınız gerçekleri nereden bulacağınız, ya da materyali nasıl organize edeceğinizle ilgili olabilir. Olaya nasıl yaklaşacağınız ya da nasıl bir tutum takınacağınız, tonunuz ya da tarzınızla ilgili sıkıntılarınız olabilir. Her ne olursa olsun bununla yüzleşip çözüme kavuşturmalısınız. Bazen uygun -ya da herhangi-  bir çözüm bulamayacağınızı düşünüp umutsuzluğa kapılabilirsiniz. Kendi kendinize "90 yaşıma kadar bile yaşasam bunun içinden çıkamam" diyebilirsiniz. Ama ben sorunu çözdüğümde, 500. kez apandist ameliyatından çıkmış bir cerrah gibi hissediyorum; bunu daha önce yapmıştım.

İyi yazmanın temeli bütünlüktür, bu yüzden önce akışınızı düzgün tutun. Bütünlük okuyucunun dikkatinin kaybolmasını engeller; okuyucularınızın bilinçaltındaki düzen ihtiyacını giderir ve asayişin berkemal olduğunu fark etmelerini sağlar. Bu yüzden seçiminizi düzgün yapın ve arkasında durun." (s.63-4)

William Zinsser, İyi Yazmak Üzerine, Çev. yazmıyor, Altıkırkbeş Yayın, Kadıköy, 2014.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Güzel Tehlike

Birkaç günden beri oldukça girift bir metni (kültürel bellek ve araçları: ritüeller, mitoslar, törenler) yazmaya giriştim; zorlanıyorum, birkaç sayfa da olsa, çok farklı bir şey okumaya ihtiyacım var...
Şimdi rastgele, Claude Bonnefoy'un Michel Foucault ile yaptığı söyleşiyi açtım okudum; Foucault'nun kendi yazma deneyimini tanımlarken dokunma metaforunu kullanması ilginç geldi, dikkatimi çekti:

"...Benim için yazmak yumuşacık bir etkinliktir. Yazdığım zaman kadifeye dokunuyormuşum gibi gelir bana. Kadife yazı fikri benim için duygusal ile algısalın sınırında duran aşina bir temadır; yazma tasarımdan hiç eksik olmaz, yazarken yazıma yol gösterir, kullanmak istediğim ifadeleri seçmemi sağlar sürekli. Kadife, yazım için, bir tür kural koyucu izlenimdir. Bu nedenle de insanların bende kuru ve ısırgan bir yazı bulmalarına çok şaşırıyorum..." (s. 33)
...
"...Kelimeler ve Şeyler'i yazmaya böyle başladım. Önceki yıllarda biraz da tesadüfen, ne yapacağımı bilmeden, bir gün inceleyip incelemeyeceğim belli olmadığı halde topladığım malzemeleri kullandım. Adeta ölü malzemeler arasında ıssız bir bahçede, kullanılmaz bir alanda dolaşır gibi dolaşıyor, XVII. veya XVIII. yüzyıl heykeltıraşının elleri henüz ne yapacağını bilmediği mermer bloğu üstünde nasıl geziniyorduysa işte o şekilde geziniyordum." (s.59)

Michel Foucault, Güzel Tehlike, Çev. S. Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul


13 Aralık 2014 Cumartesi

Koşmak gibisi var mı

Bugün oğlanı kurstan almaya ben gidecektim; hesapladım, en fazla yarım saat sürer diye, 12'yi 10 geçe orada olmak için 11:40'ta evden çıktım. Sonra ya erken çıkarlarsa, yanlış hesaplamışsam, yetişemezsem diye paniğe kapılıp koşmaya başladım, bizim evden eski Moda havuzu yeni Ayvalıtaş Meydanı'na aralıksız koştum. Tabii arada cehennem kalabalığına rastladıkça duraklamış olabilirim ama 2 kilometre gibi bir mesafeyi 10 dakikada filan koşmuşumdur.

Yetişemezsem diye tırsmamın nedeni paranoya değil; sabıkalıyım da ondan. Dün, öğleden sonra güzel çalıştım, bu da iyi konsantre olabilmiş olduğum anlamına geliyor; öyle olunca da dünyayı unuturum. Burada "dünyayı unutmak" mecaz anlamda değil, yani bir çocuğu olduğunu, kazara onu hatırlıyorsa bile günlerden cuma olduğunu, efendime söyleyeyim, cuma günleri etüt olmadığı için o çocuğun eve erken geldiğini unutmak anlamında...

Birkaç kişi, kısa aralıklarla, hatta bazıları dürtmek suretiyle bana bir şeyler sorunca, girdiğim tünelden çıkmak mecburiyetinde kaldım, eve gideyim de bari orada devam edeyim diyerek enstitüden ayrıldım. Kabataş'a doğru inerken telefonum çaldı. Çaldığını duyabilmiş olmam da tuhaf ama, rehberimde kayıtlı olmayan bir numaraya cevap vermiş olmam daha bir tuhaf; genelde hiç vermem, işte Kafamda Bir Tuhaflık :) Neyse, açtım, bir adamcağız, "burada ağlayan bir çocuk var" dedi, telefonu Güneş'e verdi. Ben yine de uyanamadım, olan bitene. "Neredesin anne, ne zaman gelirsin, kapının önündeyim," diyor. Yuh olsun bana... "Bakkala git otur" dedim, gönderecek bir komşu olmadığı için... telefonu lafım bitmeden kapadı, iki bakkala da eşit mesafedeyiz; hangisine gideceğini soramadım... İnsanın böyle durumlarda olsun kapısını çalabileceği bir komşusu olmaması, bu da ayrı bir acıklı durum...

Beni arayan adamı teşekkür etmek için tekrar aradım, aşağıdaki dairede parke döşüyormuş, ağlama sesini duyunca yukarı çıkmış, sağolsun. "Rica ederim abla, şimdi bakkala gitti galiba, abla" dedi. Hissettiklerimin tarifi zor, vicdan azabından daha azaplı bir şey olduğunu söyleyebilirim kısaca.

Motordan ilk inen kişi olduğumu ve eve varana dek koştuğumu söylememe gerek yok...
Ama işte dün ve bugünkü koşmalar, son koştuğum zamandan beri bir buçuk yıl geçtiğini (en son Berlin'de birkaç kere koşmuştum ama sonra somon füme, yanında bira ve masa başında çökelmek ağır basmıştı, bu da bana temizinden bir beş kiloya mal olmuştu) ondan önce de ne zaman koştuğumu hatırlayamayacağım kadar uzun bir süre ara verdiğimi hatırlattı. Oysa ne çok severim koşmayı...

Bugün koşarken sol dizim canımı çok yaktı; kondüsyonum yok, ritmim yok, ama dalağım şişmedi ve tıkanmadım, iyi tarafından bakacak olursam. En önemlisi kilo fazlam yok. Başlayayım şu koşma işine diyorum; yarın değilse öbür gün dizim beni rahat bırakacak; iyi olacak, iyi.

12 Aralık 2014 Cuma

Bir Aşk Söyleminden Parçalar -3

DİLE GELMEZ AŞK

YAZMAK. Bir "yaratım"da (özellikle yazmada) aşk duygusunu "dile getirme" isteğinin yol açtığı tuzaklar, tartışmalar ve çıkmazlar.

1. İki güçlü söylen bizi aşkın estetik yaratımda yüceltilebileceğine, yüceltilmesi gerektiğine inandırmış: Sokrates söyleni (sevmek "bir yığın güzel ve görkemli söylem yaratmaya" yarar) ve romantik söylen (tutkumu yazarak ölümsüz bir yapıt yaratacağım).
Bununla birlikte, eskiden bol bol ve iyi resim çizen Werther, Charlotte'un portresini yapamaz (ancak siluetini çizebilir, kendisini de işte bu siluet tutsak etmiştir). "Çevremde dünyalar yaratmamı sağlayan kutsal, canlandırıcı gücü... yitirdim."

2. ...

Platon, Şölen, 133; 144.
Goethe, Genç Werther'in Acıları, 102.

R. Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, s. 92

11 Aralık 2014 Perşembe

Orhan Pamuk'un son romanını neden okumayacağım?

Zaten çok sıkı bir takipçisi, tüm kitaplarını yalayıp yutmuş bir okuyucusu değildim; ama birkaç kitabını okudum. O kitaplar şunlardı: Benim Adım Kırmızı, İstanbul, Masumiyet Müzesi ve  Genç ve Düşünceli Romancı. Benim Adım Kırmızı, eğlenceli bir kitaptı; baktım, Orhan Pamuk'un en çok okunan romanlarından biriymiş. İstanbul'un, adı üstünde içinden İstanbul geçiyordu. Masumiyet Müzesi'ni ise, Masumiyet Müzesi'ni onu okumadan gezmek saçma olacağı için okumuştum. Okuduklarım içinde en beğendiğim kitabı, Orhan Pamuk'un edebiyat kuramı üzerine olan, edebi olmayan eseri Saf ve Düşünceli Romancı'ydı.

Kafamda Bir Tuhaflık, Pamuk'un son romanı, birkaç gün önce epey bir reklamla yayımlandı. Sosyal medyada da epey bir konuşuldu: Pamuk AKP'ye destek vermiştir, Pamuk zaten daha önce şöyle demiştir, bunu yapmıştır, diye. Sonra onu sahiplenenler oldu gayet tabii, siyasi fikirleri beni bağlamaz, ben romanlarını seviyorum, diye. Pamuk'un ait olduğu sınıf, geçmişi, beyanlarının rengi oldukça bellidir, burada uzun uzadıya yazmanın anlamı yok, her şey ortada. O nedenle aslında yazdıklarında, söylediklerinde şaşıracak bir şey de yok. Benim burada belirtmek istediğim şey, bir romancı için tek gerekli olan şeyin, romanın kendi gerçekliğini kurmanın Pamuk için imkansız olduğudur, en azından son romanı için seçtiği konuda. Bunu da çok rahat ve net bir şekilde, bu haftaki Cumhuriyet Kitap'ta çıkan röportajına dayanarak, romanı okumadan söylüyorum.

Pamuk, kendi de defaten söylediği gibi, gençken, birkaç mesleği tarttıktan sonra, romancılıkta karar kılmış; bunun için azimle çalışmış, didinmiş, bir romanın nasıl yazılabileceğini "öğrendikten" sonra, oturmuş yine çalışmış, uğraşmış, "romancı olmuş"tur. Pamuk, iyi bir yazar değil, çalışkan ama yeteneksiz bir öğrencidir. Üstelik, Türkiye'deki, hiçbirimizin dışında olmadığı kültürel yozlaşmadan, kötü yayıncılıktan nasibini almıştır: öyle olmasaydı, diğerlerini bilmiyorum ama en azından Masumiyet Müzesi romanındaki onca yazım yanlışı, dil yanlışı, bilgi ve mantık yanlışları ne yapılır, ne de iyi bir düzeltmenin, editörün "gözünden kaçarak" basılırdı. Pamuk bu romanı çıktığında halihazırda Nobelliydi.

Bir insanı siyasi görüşlerinden bağımsız elbette düşünemezsiniz, düşünmemelisiniz. Fakat bu noktada iki şey söyleyeceğim, birincisi, Pamuk'un özgün ve sağlam siyasi görüşü zaten yoktur ciddiye alınacak; ikincisi, bir ateist olarak ben gospel'dan da zevk alırım. Yani Pamuk beni romanına inandırabilirse, romanından zevk alabilirim.

Aşağıya alıntılayacağım pasajlar kendi kendini anlatır nitelikte, ek bir şey söylemeye gerek yok aslında, ama son bir söz: içinde yaşadığı topluma, insanlara, yoksulluğa bu kadar uzak olan, yabancı olan, bu kadar tepeden bakan, yoksulluğu kitaplardan, araştırma yapsınlar diye tuttuğu insanlardan, "aman ne olur bana biraz fakirliği anlatın" diye danıştığı eş dosttan öğrenmeye çalışan, dünyadan bihaber, en hafif tabirle sığ birinden yoksulluğu okuyacak değilim.

Mevlut'un Birey Olması Benim Entelektüel Çabamdı
ORAL: O süre içerisinde araştırmalar, röportajlar yapmışsınız... Peki, İstanbul'daki kişisel tarihiniz romanda nasıl vücut buldu?
PAMUK: Romanda da var, bir evden bozacıyı çağırıyorlar. Mevlut bozayı bir kaba koymak için mutfağa giriyor, evdekiler bozacıya sorular soruyor, dalga geçiyor. Ben bunları yaşadım. Babaannem "bozacııı" diye bağırırdı ya da "İsmail bozacıyı çağır" derdi, kapıcıya söylerdi bunu. Bozacı da gelirdi, evdeki çocuklar bakar ya böyle uzaydan ya da tarihten gelen adama baktıkları gibi... Ama bozacıyı yaşamamıştım. Onun hayatının ne olduğunu bilmiyordum. Ben onu bilmediğim için uzaydan gelen adam gibi gözüküyordu. Bir süre sonra o kadar öğreniyorsun ki uzaydan gelen bir şey yok işte, gayet normal işini yapıyor, anlıyorsun bütün ayrıntıları.
...
PAMUK: ... Buradaki zorluk da şu: Genellikle romanlar orta ya da yukarı sınıf kahramanların bireyliğini araştırmak için yazılır. Daha yoksul karakterlerin insanlığını da anlatır ama onlar sevimli, bir renk, asıl bireyin kenarında duran bir zorluk ve sosyal bir koşul olarak ortaya çıkar. Ben ise yoksul ama tamamen değişik, özel bir hikayesi olan bireyi anlatmak istiyordum.Yoksullukta birey olmama durumu vardır ya o ikisini yan yana  getirmek istemiyordum. Bilakis Mevlut herkesten çok birey olsun, kitabın en birey bireyi Mevlut olsun; en çok o işlensin. Benim için entelektüel çaba oydu. Bir kahraman yazayım, en gelişmiş birey o olsun ama en az özelliği olan da o olsun. Ne bileyim İnce Memed gibi attığını vuran, çok başarılı değil de ne çok kahraman, ne çok entelektüel, ne de çok değişik değil...
AK: Tipik bir orta sınıf yani.
PAMUK: Tipik değil, yani tipik deyince o zaman onun bireyliğini görmüyoruz. İşte daha çok yoksullar gibi...
...
Mevlut'un Tek İsteği Şehirde Mutlu Olmak
ORAL: Ortaokul diplomasını aldığında "Türk olmanın dünyanın en güzel şeyi," olduğunu düşünüyor Mevlut ve daha sonraki bölümlerde "Türk olmak yoksul olmaktan daha iyi bir duyguydu" diyor...
PAMUK: O ikinci cümle şununla ilgili: O günlerde Mevlut hem ülkücülerle hem de Marksistlerle birlikte afişlemeye çıkıyor. Mevlut bu işte radikal biçimde takılacak bir adam değil ama şehirde var olma, çeşitli arkadaş gruplarıyla iyi geçinme, aynı anda ikisine de samimi bir biçimde inanma, mertliğe toz kondurmama gibi sebeplerle bunu yapıyor.
...
Cumhuriyet Kitap, 11 Aralık 2014, s. 22-23.



10 Aralık 2014 Çarşamba

Bir Aşk Söyleminden Parçalar -2

DÜNYANIN BÜTÜN HAZLARI

DOLULUK. Özne, inatla, aşk ilişkisinde arzunun tümüyle karşılanması, bu ilişkinin kusursuz ve sürekli başarılı olması dileğini ve olasılığını öne çıkarır: verilecek ve alınacak en Yüce İyiliğin cennetsi imgesi.

1. "Dünyanın bütün hazlarını alın, tek bir hazda eritin ve tümüyle tek bir insanın üstüne yağdırın, bütün bunlar benim sözünü ettiğim erginin yanında hiç kalır." Öyleyse tümlük bir yağıştır: bir şey yoğunlaşır, üzerime atılır, beni serseme döndürür. Nedir böyle benliğimi dolduran? Bir tümlük mü? Hayır. Tümlükten yola çıkıp sonunda onu aşan bir şey: artansız bir tümlük, istisnasız bir toplam, yanında hiçbir şey bulunmayan bir yer ("ruhum dolmuş değil yalnız, taşmış da"). Doldururum (dolmuşum), biriktiririm, eksikliğin düzeyinde kalmam; bir fazlalık üretirirm, doluluk da bu fazlalığın içinde gelir (fazla İmgelik'in düzenidir: fazlalığın dışına çıkar çıkmaz, yoksunluk duyarım; tam benim için yeterli değil anlamına gelir): şu "arzunun önceden sezinlediği olabilirlikleri hazzın aşıp geçtiği" durumu tanırım en sonunda. Mucize: her türlü "doyum"u arkamda bırakarak, ne doymuş, ne sarhoş durumda, doygunluğun sınırlarının ötesine geçerim, sonra, tiksintiyi, bulantıyı, hatta sarhoşluğu bulacak yerde... Rastlaşımı buluveririm. Ölçüsüzlük beni ölçüye götürmüştür; İmge'ye yapışırım, ölçülerimiz aynıdır: tamlık, uygunluk, müzik: yeterli değil'le işimi bitirdim. O zaman, İmgesel'in kesin yükselişini, utkusunu gördüm.

Doluluklar: bunlar söylenmez -öyle ki, yanlış olarak, aşk ilişkisi uzun bir yakınmaya indirgenmiş görünür. Nedeni şu, mutsuzluğu güzel söyleyememek tutarsız bir şeydir, buna karşılık, mutluluğun anlatımını bozmak bir suç gibi görünebilir: "ben" ancak yaralıyken konuşur; isteğim dolulukla yerine geldiği zaman ya da geldiğini anımsadığım zaman, dil korkak görünür gözüme: dilin, yani sıradanın, genelin dışına taşarım: "Öyle bir karşılaşma olur ki, sevinçten dayanılmaz bir şeydir, bazı bazı insan bu yüzden hiçe indirgenir; taşma dediğim budur. Taşma, sözü edilemeyen sevinçtir."

Rusbrock, Euvres choisies, 9, 10, 20.

2. Gerçekte, gerçekten doluluğa erme şanslarımın benim için önemi yoktur (isterse sıfır olsun). Yalnızca, yıkılmaz biçimde, doluluk istemi parıldar. Bu istemle, kıyıdan ayrılırım: duyguları baskı altına almaktan kurtulmuş bir öznenin ütopyasını oluştururum kendimde: daha şimdiden bu özdeneyimdir. Bu özne özgürlükçüdür: en Yüce İyiliğe inanmak, en Yüce Kötülüğe inanmak kadar çılgınlıktır: Henrich von Ofterdingen felsefi açıdan Sade'ın Juliette'iyle aynı hamurdandır.

Novalis, Henri d'Ofterdingen (Mercure de France).

(Doluluk kalıtların kaldırılması anlamına gelir: "...Sevincin kalıtçı ve çocuklara hiç gereksinimi yoktur -Sevinç kendi kendini ister, sonrasızlığı, aynı şeylerin yinelenmesini ister, her şey sonsuzcasına aynı kalsın ister." -Doluluğa ermiş aşığın yazmaya, iletmeye, üretmeye hiç mi hiç gereksinimi yoktur.)

Nietzsche [hangi eseri olduğu belirtilmemiş]

Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, s. 54-5.

9 Aralık 2014 Salı

Bir Aşk Söyleminden Parçalar -1a

DERİSİ YÜZÜLMÜŞ -devam

2. Ağacın damarını bulmak için (marangoz değilsek) bir çivi çakıp iyi gömülüp gömülmediğine bakmak gerekir. Benim ince noktalarımı bulmak için de çiviye benzer bir araç vardır: şaka; pek şaka kaldırmam. İmgelik gerçekten ciddi bir şeydir ("ciddilik anlayışı"yla hiçbir ilgisi yoktur: aşık içi rahat insan değildir): aydaki çocuk (aysıl) oyunbaz değildir; ben de, aynı biçimde, oyuna kapalıyım: oyun durmamacasına ince noktalarımdan birine dokunma tehlikesi gösterdiğinden değil yalnızca, herkesi eğlendiren şey bana uğursuz göründüğü için de; bana takılmak tehlikelidir: çabuk kızdığım, alıngan olduğum için mi? -Daha çok yumuşak, yıkılabilir olduğum için, kimi ağaçların damarı gibi.

(İmgesel'in egemenliği altındaki kişi gösterenin oyununa "girmez": fazla düş kurmaz, söz oyununa başvurmaz. Yazdı mı yazısı bir İmge gibi düzdür, sözcüklerin okunabilir bir yüzeyini yeniden kurmak ister hep: kısacası, çağcıl metine göre (o da tersine, İmgelik'in yokoluşuyla tanımlanabilir) tarihe aykırıdır: roman yoktur artık, öykünülmüş  İmge yoktur: çünkü Öykünme, Canlandırma, Örnekseme kaynaşmanın biçimleridir: modaları geçmiştir.)
Winnicot, Fragment d'une analyse (yorumlayan J. Louis Bouttes)

Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, s.90-1.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Bir Aşk Söyleminden Parçalar -1

Aralık ayı yıllardır benim için en zor ay; bunun başlıca nedeni, doktora ara raporunun teslim edildiği ay olması. Rapor verilen bir ay daha var, Haziran, ama Haziran yazın güzelim umutları ve hafifliğiyle dolu bir ay olduğu için, sıkıntı bakımından kasvetli Aralık'ın eline su dökemez. İçinde bulunduğumuz ay bundan önceki yıllarda yaşadığım toplam bunaltı miktarını kat be kat aştım; işyerindeki sıkıntılar, birtakım başka dead-line'ların (siz de dead line'lar yaklaştıkça benim gibi sahiden öleceğinizi düşünüyor musunuz? :) eklenmesi ve artık tezi teslim etmezsem geldiğim yolun sonundan aşağı düşme ihtimalimin ihtimal olmaktan çıkıp bir realite haline gelmesi gibi ek sıkıntılar tansiyonumu fırlatıyor (mecaz değil- patolojik bir durum söz konusu). Tüüüm bunlara rağmen at gözlüklerini takıp sadece önümdekine odaklanabilen biri değilim; gurur duymuyorum ama, herhalde artık bu yaştan sonra bazı şeyleri kabullenip onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek gereklidir; uzun lafın kısası, bloga "yapmam gerekenler" yüzünden ara vermeyi düşünmüyorum. Ama eğer birşeyler kar ya da zarar olarak gün içinde kendiliğinden sıyrılıp gelmemişse de blog için kasmayıp, Roland Barthes'in Bir Aşk Söyleminden Parçalar'ını tefrika edeceğim. Benim için hem eğlence, hem de beyin jimnastiği olacak; buradaki düşünce motifi şu: Ben de ustamın (Levi-Strauss) izinden gidiyorum: belli bir konuyu çalışmaya başlamadan önce, başka bir konunun üzerinde ufak tefek akıl yürütmeler yaparak hazırlık yapıyorum. Tabii  benimkiler her zaman, kendi dar birikimim ve mütevazı zekamın ölçüsüne göre, oldukça hafif konulardır. Maksat üzerinde düşünecek "herhangi" bir şey olsun, kafa temizlensin (burada karatahtayı yeni derse hazırlamak için silen bir öğretmen imgesi).

Sizin de çok umrunuzdaydı eminim bu açıklama, işte laf ola beri gele.

Barthes'in parçalarına başlamadan önce son bir not: Aslında bugün, Anita Sezgener'in "Normalia"sı ile tanıştım; ama kolay değildi, hiç kolay değildi bu karşılaşma; acı yükünü tartıp, tadını alabilmek için onu sonraya bıraktım.

DERİSİ YÜZÜLMÜŞ
Aşık öznenin kendisini yaralanabilir, en hafif yaralara bile açık kılan, özel duyarlılığı.
1. "Hemen incinen tözden bir küreyim." Derim yok (okşayışlara var yalnız). Aşktan söz ederken -Phaidros'un Sokrates'ine öykünerek- Derisi Yüzülmüş demek gerekir, Tüyleri Yolunmuş değil. (Freud, Essais de psychanalyse, 32)
Ağacın direnci çivinin sokulduğu yere göre değişir; ağaç eşyönlü değildir. Ben de öyle; benim kendi "ince noktalar"ım vardır. Bu noktaların haritasını bir ben bilirim; dışsal olarak gizemli davranışlara göre, şundan ya da bundan kaçınarak, şunu ya da bunu arayarak, kendimi onlara göre yönlendiririm; bu ruhsal akupunktur haritası bir önlem olarak yeni tanıdığım kişilere dağıtılsın isterdim (üstelik, bana daha çok acı çektirmek için de kullanabilirlerdi bunları). (R. H.: konuşma)
[bu başlık devam edecek]
R. Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, s. 90.


7 Aralık 2014 Pazar

Gözünün yağını yidiğim

"Bugün bazen kendi kendime sorarım, acaba antropoloji, incelediği uygarlıklar ile benim düşünce tarzım arasındaki yapısal benzerlikten ötürü mü beni, ben farkında olmaksızın kendine çekti, diye. Bir alanı bilgece ekip biçmek ve böylece art arda her yıl ürünü kaldırmak için gerekli alışkanlıklara sahip değilim: benimki Neolitik zekası. Bozkır yangını gibi, o zamana kadar el değmemiş toprakları kuşatan, çabucak bir ürün alacak biçimde onları tohumlayan ve ardında perişan alanlar bırakan bir zeka."

C. Levi-Strauss, Hüzünlü Dönenceler, s. 54

6 Aralık 2014 Cumartesi

Facebook boku

Biraz önce, bir süreliğine, yine hesabımı dondurdum. Kimsenin umrunda olduğundan, farkında olacağından vs. değil. Orada olmuşsun olmamışsın "arkadaş"ların için ne fark eder; dursun, amaan çok mu önemli, sen ilgilenme, girme, bir şeyleri de kale alma değil mi. İşte benim için öyle olmuyor. Ben o sanal ortamı gerçek zannediyorum hep bir süre sonra. Sonra da bir nedenden üzülüyorum, daha sonra da kendime kızıyorum. O zaman da çekip gidiyorum. Elimden başka bir şey gelmediği için.
Daha önce hesabınızı dondurdunuz mu bilmem, facebook hesabınızı dondurabilmeniz için neden ayrıldığınızı açıklamanızı şart koşuyor. Her seferinde başka bir şey işaretliyordum, bu sefer "facebook'u nasıl kullanacağımı anlamadım"ı işaretledim ilk defa. Evet, 2007den beri, face-boku nasıl kullanacağımı anlamadım.

4 Aralık 2014 Perşembe

Helena'nın Rüyaları

Çeşitli nedenlerle epeydir ulaşamadığım Helena'nın Rüyaları'na evvelsi gün kavuştum. Eduardo Galeano, istisnasız her kitabını adadığı karısı Helena Villagra'nın rüyalarına birçok kitabında yer verdiği için, yalnızca Helena'nın rüyalarından oluşan bir kitap çok ilginç gelmişti. Meğer okumadığımız, yeni rüyalar değilmiş bunlar, daha önce kitaplarda yayımlanan rüyalar, bir rüyanın daha eklenmesiyle, bir araya toplanmış. 24 rüyanın her biri, Isidro Ferrer tarafından görselleştirilmiş; resimlenmiş diyemiyorum çünkü bu kompozisyonlar ahşap figürlerle yapılmış kolajlardan oluşuyor.Galeanoseverler için külliyata mutlaka eklenmesi gereken bir çalışma.

2 Aralık 2014 Salı

Joy Olasunmibo Ogunmakin

Joy Olasunmibo Ogunmakin, bizim onu tanıdığımız sahne adıyla Ayo (Ayo, Nijerya'da konuşulan dillerden biri olan Yoruba dilinde Sevinç/Joy anlamına geliyor), İşsanat'ta verdiği konserde, konser vermenin albümdeki parçaları çalıp gitmekten ibaret olmadığını gösterdi; konser kaydı olsa da alsak diye kıvranmamıza yol açtı böylece. Ne yazık ki bu konserin kaydı piyasaya çıkmaz; bu biricik deneyim yalnızca hafızamızda var olacak ve belleğin güvenilmez dehlizleri arasında yavaşça sönmeye mahkum olacak.
Ayo sahnede konuşmayı seven, çok sıcak, samimi ve bu nedenle dinleyiciyi kolayca avucunun içine alabilen biri. Böyle oluşu da öncelikle kendini açmasından: Ayo Nijeryalı bir baba ve Romanya çingenesi bir anneden, Almanya'da doğmuş ve büyümüş. Tam bir erime potası olduğunu söylüyor, "Ticket to the World" şarkısına başlamadan önce. "İyi" bir pasaporta sahip olduğu için çok şanslı olduğunu, ama dünyada böyle çok az şanslı insan bulunduğunu, örneğin teyzesini, vize alamadığı için Almanya'ya getirtemediğini ve kanserden kaybettiğini anlatıyor.
Ferguson'da bir polisin silahsız genç Michael Brown'ı öldürmesi ve mahkemece suçsuz bulunması Ayo'yu çok sarsmış ve bunun üzerine bir şarkı yapmış; dinleme ayrıcalığına sahip olduğumuz bu muhteşem şarkı da yeni albümde yer alacakmış:
"...one bullet
two bullets
three bullets
four bullets
five bullets
six bullets
for just to be sure..."
Konserde Ayo'nun gitar haricinde bateri ve piyano da çalabildiğini öğrendik; wikipedia'dan öğrendiğim kadarıyla çocukken kemanla başlamış müziğe.
Benzersiz bir sesi ve tarzı var, bu yüzden Ayo'nun şu tür ya da bu tür müzik yaptığını söyleyemeyiz, kendine haslığıyla Ayo'ca bir müzik yapıyor.
Türkiye'de adettendir bis yapılması, ama epeydir bu denli coşkuyla sahneye tekrar çağrılan bir sanatçı görmemiştim. Geri geldiğinde tek başınaydı; piyanoda bir şarkı söyledikten sonra, konserde ona eşlik etmiş olan basçı ve klavyeci de geldiler ve yaklaşık yarım saat daha sahnede kaldılar. Ayo bu ikinci kısımda "Life is real", "Who's loving you" ve "I'll be there"i söyledi; şarkı aralarındaki doğaçlamalar çok eğlenceliydi, sevdiği müzisyenleri öğrenmiş olduk: Nina Simone, Donny Hathaway, Michael Jackson, Marvin Gaye, Bob Marley...
Konser başlamadan önce kendimi iyi hissetmiyordum, rahatsızdım ama bittiğinde tamamen iyileşmiştim. Genelde müziğin gücü ise, özelde de Ayo'nun gücü. Daha ne diyeyim, onu canlı izlemek çok güzeldi.

1 Aralık 2014 Pazartesi

23 yıl sonra toplandık

29 Kasım Cumartesi gecesi fotoğrafta gördüğünüz bizler, Ekşi'nin evinde toplandık. Daha önce okulun pilav günlerinde ya da farklı vesilelerle bir araya geliyorduk ama sadece yatılılar olarak ve bu kapsamda yirmi üç yıl sonra ilk kez toplandık. Ekşi'nin muhteşem konukseverliği, her birimizin heyecanı, mutluluğu, keyfi ve sanki aradan onca zaman geçmemiş gibi kaldığımız yerden devam etmemiz, günlerce heyecanla beklediğim halde beklentimi de aşan bir güzellik oldu. Çok şey yazabilirim, ama yalnızca tarihe bir not olarak düşeyim şimdilik.