11 Aralık 2014 Perşembe

Orhan Pamuk'un son romanını neden okumayacağım?

Zaten çok sıkı bir takipçisi, tüm kitaplarını yalayıp yutmuş bir okuyucusu değildim; ama birkaç kitabını okudum. O kitaplar şunlardı: Benim Adım Kırmızı, İstanbul, Masumiyet Müzesi ve  Genç ve Düşünceli Romancı. Benim Adım Kırmızı, eğlenceli bir kitaptı; baktım, Orhan Pamuk'un en çok okunan romanlarından biriymiş. İstanbul'un, adı üstünde içinden İstanbul geçiyordu. Masumiyet Müzesi'ni ise, Masumiyet Müzesi'ni onu okumadan gezmek saçma olacağı için okumuştum. Okuduklarım içinde en beğendiğim kitabı, Orhan Pamuk'un edebiyat kuramı üzerine olan, edebi olmayan eseri Saf ve Düşünceli Romancı'ydı.

Kafamda Bir Tuhaflık, Pamuk'un son romanı, birkaç gün önce epey bir reklamla yayımlandı. Sosyal medyada da epey bir konuşuldu: Pamuk AKP'ye destek vermiştir, Pamuk zaten daha önce şöyle demiştir, bunu yapmıştır, diye. Sonra onu sahiplenenler oldu gayet tabii, siyasi fikirleri beni bağlamaz, ben romanlarını seviyorum, diye. Pamuk'un ait olduğu sınıf, geçmişi, beyanlarının rengi oldukça bellidir, burada uzun uzadıya yazmanın anlamı yok, her şey ortada. O nedenle aslında yazdıklarında, söylediklerinde şaşıracak bir şey de yok. Benim burada belirtmek istediğim şey, bir romancı için tek gerekli olan şeyin, romanın kendi gerçekliğini kurmanın Pamuk için imkansız olduğudur, en azından son romanı için seçtiği konuda. Bunu da çok rahat ve net bir şekilde, bu haftaki Cumhuriyet Kitap'ta çıkan röportajına dayanarak, romanı okumadan söylüyorum.

Pamuk, kendi de defaten söylediği gibi, gençken, birkaç mesleği tarttıktan sonra, romancılıkta karar kılmış; bunun için azimle çalışmış, didinmiş, bir romanın nasıl yazılabileceğini "öğrendikten" sonra, oturmuş yine çalışmış, uğraşmış, "romancı olmuş"tur. Pamuk, iyi bir yazar değil, çalışkan ama yeteneksiz bir öğrencidir. Üstelik, Türkiye'deki, hiçbirimizin dışında olmadığı kültürel yozlaşmadan, kötü yayıncılıktan nasibini almıştır: öyle olmasaydı, diğerlerini bilmiyorum ama en azından Masumiyet Müzesi romanındaki onca yazım yanlışı, dil yanlışı, bilgi ve mantık yanlışları ne yapılır, ne de iyi bir düzeltmenin, editörün "gözünden kaçarak" basılırdı. Pamuk bu romanı çıktığında halihazırda Nobelliydi.

Bir insanı siyasi görüşlerinden bağımsız elbette düşünemezsiniz, düşünmemelisiniz. Fakat bu noktada iki şey söyleyeceğim, birincisi, Pamuk'un özgün ve sağlam siyasi görüşü zaten yoktur ciddiye alınacak; ikincisi, bir ateist olarak ben gospel'dan da zevk alırım. Yani Pamuk beni romanına inandırabilirse, romanından zevk alabilirim.

Aşağıya alıntılayacağım pasajlar kendi kendini anlatır nitelikte, ek bir şey söylemeye gerek yok aslında, ama son bir söz: içinde yaşadığı topluma, insanlara, yoksulluğa bu kadar uzak olan, yabancı olan, bu kadar tepeden bakan, yoksulluğu kitaplardan, araştırma yapsınlar diye tuttuğu insanlardan, "aman ne olur bana biraz fakirliği anlatın" diye danıştığı eş dosttan öğrenmeye çalışan, dünyadan bihaber, en hafif tabirle sığ birinden yoksulluğu okuyacak değilim.

Mevlut'un Birey Olması Benim Entelektüel Çabamdı
ORAL: O süre içerisinde araştırmalar, röportajlar yapmışsınız... Peki, İstanbul'daki kişisel tarihiniz romanda nasıl vücut buldu?
PAMUK: Romanda da var, bir evden bozacıyı çağırıyorlar. Mevlut bozayı bir kaba koymak için mutfağa giriyor, evdekiler bozacıya sorular soruyor, dalga geçiyor. Ben bunları yaşadım. Babaannem "bozacııı" diye bağırırdı ya da "İsmail bozacıyı çağır" derdi, kapıcıya söylerdi bunu. Bozacı da gelirdi, evdeki çocuklar bakar ya böyle uzaydan ya da tarihten gelen adama baktıkları gibi... Ama bozacıyı yaşamamıştım. Onun hayatının ne olduğunu bilmiyordum. Ben onu bilmediğim için uzaydan gelen adam gibi gözüküyordu. Bir süre sonra o kadar öğreniyorsun ki uzaydan gelen bir şey yok işte, gayet normal işini yapıyor, anlıyorsun bütün ayrıntıları.
...
PAMUK: ... Buradaki zorluk da şu: Genellikle romanlar orta ya da yukarı sınıf kahramanların bireyliğini araştırmak için yazılır. Daha yoksul karakterlerin insanlığını da anlatır ama onlar sevimli, bir renk, asıl bireyin kenarında duran bir zorluk ve sosyal bir koşul olarak ortaya çıkar. Ben ise yoksul ama tamamen değişik, özel bir hikayesi olan bireyi anlatmak istiyordum.Yoksullukta birey olmama durumu vardır ya o ikisini yan yana  getirmek istemiyordum. Bilakis Mevlut herkesten çok birey olsun, kitabın en birey bireyi Mevlut olsun; en çok o işlensin. Benim için entelektüel çaba oydu. Bir kahraman yazayım, en gelişmiş birey o olsun ama en az özelliği olan da o olsun. Ne bileyim İnce Memed gibi attığını vuran, çok başarılı değil de ne çok kahraman, ne çok entelektüel, ne de çok değişik değil...
AK: Tipik bir orta sınıf yani.
PAMUK: Tipik değil, yani tipik deyince o zaman onun bireyliğini görmüyoruz. İşte daha çok yoksullar gibi...
...
Mevlut'un Tek İsteği Şehirde Mutlu Olmak
ORAL: Ortaokul diplomasını aldığında "Türk olmanın dünyanın en güzel şeyi," olduğunu düşünüyor Mevlut ve daha sonraki bölümlerde "Türk olmak yoksul olmaktan daha iyi bir duyguydu" diyor...
PAMUK: O ikinci cümle şununla ilgili: O günlerde Mevlut hem ülkücülerle hem de Marksistlerle birlikte afişlemeye çıkıyor. Mevlut bu işte radikal biçimde takılacak bir adam değil ama şehirde var olma, çeşitli arkadaş gruplarıyla iyi geçinme, aynı anda ikisine de samimi bir biçimde inanma, mertliğe toz kondurmama gibi sebeplerle bunu yapıyor.
...
Cumhuriyet Kitap, 11 Aralık 2014, s. 22-23.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.