28 Kasım 2014 Cuma

Ölüm Dirim ve (Ad)aya Kaçış

Dün işyerinden izin alıp bugün adaya gittim. Sözüm ona yeni yasadan yararlanarak, gecikmiş vergileri cezalarını ödemeksizin yatırabilecek, takside bağlayabilecektik. Kalabalıktı belediye, işlem de uzun sürdü. Saat 11 buçuğu buldu çıktığımda. Toplam 1300 küsur olan borcun yalnızca 270 lirası yasa kapsamına giriyormuş, onu taksit yapsan ne olacak, yapmasan ne olacak ama, inadına yaptım tabii. Kalanı ödeyip ödememekte yine tereddüt ettim, çünkü "yol yapımına katkı" adı altında kaldırım yenileme işi için (bunlar belediyenin görevi değil mi, emlak vergisini zaten ödüyoruz?) alınmak istenen para 5 yıl önce 650 liraydı. Cezasıyla faiziyle 800 lira olmuş. Evimin önündeki kaldırımı kendim yaptırsam, hesap etmiştim o zaman, yevmiye ve malzemenin toplamı en cömert hesaplamayla 150 lirayı geçmiyordu. Ödemeyi reddettim bugüne kadar, bu haksız vergiyi. Baktım sürekli artacak, artık ödemeye karar verdim, lanet olsun. 801 lirayı nakit ödedim, 270 lira şunun bunun eklenmesiyle 314 lira oldu, onu da 6 takside bağladım, geri kalan meblağı sonraya bırakıp eve doğru yokuşa sardım.

Bahçede karşılaştığım manzara en az bir saatlik çalışmaya işaret ediyordu; dökülen yaprakların yanı sıra, komşunun budadığı ağacın dallarını bizim tarafa atmasıyla oluşan yığın da cabasıydı. Giderlerin üstünü açtım, dalları kapının önüne çıkardım ama onun dışında bahçeyi olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Yaprakları bir araya toplarken, bir sonraki gelişimde içlerinde oluşmuş olacak mikrokozmosu düşündüm; bir ay sonra bile gelsen, salyangozlar, solucanlar, türlü türlü böcekler yuva yapmış olacağından eldivensiz toplanmaz. Ele bim poşeti geçirmek falan kurtarmaz yani :) Bunları yaparken ölüm hiç gelmedi aklıma.

Bizim uyduruk taş bahçenin bile birkaç ayda cangıla dönmesi, aslında doğayı azıcık kendi haline bırakmamızın bile dünyayı kurtaracağını kanıtlıyor ve tahribatın korkunçluğunu gösteriyor.

Kendi hesabıma, o kadar az tüketiyorum ki. Dünyada kapladığım alanın küçüklüğüyle gurur duyuyorum. Araba kullanmıyorum; giysilerim, ayakkabılarım utanç verici bir hale gelene kadar eskimeden ya da yırtılmadan yenilerini almıyorum; çöplerimi 15 yıldır dönüştürüyorum; birçok şeyi ikinci, üçüncü kere kullanırım; elektrik, su, yağ, kozmetik kullanımım son derece sınırlıdır. Yine de sistemin dayattığı ambalaj tüketimi korkunç. Ne kadar tasarruflu olsam da her gün çıkan çöpe hala şaşırmaktan kendimi alamıyorum.

İnsanların maddi imkanlarına göre yaşamaları beni dehşete düşürüyor, yani, iki arabayı, üç televizyonu karşılayabildiği için satın alanlardan,  iki kazak yeterken on sekizinciyi alanlardan, telefonu bozulmadığı halde yenisi çıkmış diye alanlardan bahsediyorum. Borçlanarak kazandıklarından fazla harcayanlardan ise hiç bahsetmiyorum. Halkın ezici çoğunluğu ise temel gereksinimini karşılayamayacak kadar az gelire sahip olanlardan oluşuyor, ama işe bakın ki bu çoğunluk kurutmuyor kaynakları. Dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünyanın toplam gelirinin yüzde 70’ine sahip. İşte bu bir avuç insan yüzünden dünyadaki canlı varlığı topyekün yok olma tehdidi altında.

Eve gelince, Saroyan'ın Paris-Fresno güncesinden, zengin sayılabilecek bir adam olduğunu, ama böyle yaşamadığını, böyle yaşamanın başka bir anlayışın ürünü olduğunu söylediği satırları aradım: Zengin olmak, ama yoksul gibi yaşamak. Kendi yapabildiği hiçbir iş için -ağaç budamaktan ayakkabılarını boyamaya- bir başkasına yük olmamak, paylaşmak. Bulamadım. Bunun yerine, aşağıdakileri bulabildim:

"Ama yalnızca yoksullardır gerçek insanlar; aç acına akın akın gelir, çalışır çabalar, doğurur ve ölürler... Zenginler bunun dışındadır, onlar aslında insan soyuna mensup sayılmazlar. Ait oldukları soy, tahayyül etmekten hoşlandıkları gibi üstün değildir asla. Yoz bir soydur, doğayla ilgisi olmayıp, dünyevidir." s. 36

"Dün seksen santime alıp balkondaki saksılardan birine diktiğim fesleğen yerinden hoşnut görünüyor. Öğle yemeğinde kokulu bitkinin küçük bir filizini koparıp peynir ekmeğe katık ettim." s. 17

27 Kasım 2014 Perşembe

Pharoah Sanders Quartet

Bu akşamki konseri veren grup.

"Sanders is an important figure in the development of free jazz; Albert Ayler famously said: 'Trane was the Father, Pharoah was the Son, I am the Holy Ghost'. "
 demiş wikipedia.

Sanders açılışta biraz tutuktu ve gittikçe açılsa da, dörtlünün diğer üyelerine doğaçlama yapmaları için bol bol zaman bıraktı; kısa solosunu yaptıktan sonra sahnenin arka tarafına gidip oturuyordu. Sanırım efsanenin kariyerinde bundan sonraki performanslarda da teknik ağırlıklı olacak.

Saate bakmadım ama, My Favorite Things rahat bir 15 dakika sürmüştür.

Güzel bir konserdi; dünya gözüyle Sanders'ı görmekten, özellikle de kontrbasçı Oli Hayhurst'ü dinlemekten büyük keyif aldım. Sağolasın Serhan Atay, sağolasın İş Sanat...

2003 yılına ait şu röportaja da bakılabilir, ben öyle yaptım en azından:

http://www.allaboutjazz.com/a-fireside-chat-with-pharoah-sanders-pharoah-sanders-by-aaj-staff.php?width=1024

25 Kasım 2014 Salı

Kısa günün zararı

Bugün de her gün olduğu gibi bir ekip Taksim Meydanı'yla İstiklal Caddesi girişi arasında bir yerde çekim yapıyordu. Sunucu oldukça uzakta, İstiklal Caddesi üzerinde duruyordu. Bir grup genç, kamera önünde itişip kakıştı, önüne geçip türlü çeşit şaklabanlık yaptı; en son, içlerinden biri, bir genç kız, kameranın sakince önüne geçti, doğrudan doğruya merceğe bakarak dedi ki: "Anne, beni neden bıraktın?".

23 Kasım 2014 Pazar

Belleğim, benim cici köpeğim

"Belleğimizin kendi iradesi vardır. 'Bunu hiç unutmamalıyım, bu anı aklımdan çıkarmamalıyım, bu bakışı, bu duyguyu, bu dokunuşu asla unutamam,' deriz, ama birkaç ay, hatta birkaç gün geçtikten sonra bu anıyı hatırlayacağımızı ümit ettiğimiz renkte, kokuda veya tadda hatırlayamadığımızı görürüz. Cees Nooteboom Rituals'da 'Bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir,' der.
Belleğimiz bir şeyi muhafaza etmeme emrimizi de kaale almaz: Keşke bunu görmeseydim, yaşamasaydım, duymasaydım; bunu tamamen unutabilsem, deriz. Ama hepsi boşunadır; unutmak istediğimiz şey gece, uykumuz kaçtığında kendiliğinden, davetsiz bir şekilde çıkıverir karşımıza. Bellek o zaman da bir köpek gibidir; az önce attığımız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir."

Douwe Draaisma
Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer:
Belleğimiz Geçmişimizi Nasıl Şekillendirir?
Çev. Gürol Koca
Metis, 2012 (2. bs.)

22 Kasım 2014 Cumartesi

Hikaye Anlatıcısı

Walter Benjamin'in Hikaye Anlatıcısı adlı metni, her ne kadar Nikolay Leskov'un Eserleri Üzerine Düşünceler alt başlığını taşısa da, aslında Leskov'dan hareketle hikaye anlatıcılığını, hikaye anlatıcılarını ve hikayeleri inceliyor: özelliklerini, işlevini ve yok olan bu zanaatin yok olma nedenlerini. Benjamin'in her metninde olduğu gibi, burada da bir kuyumcu titizliği, insanı her cümlede düşünmeye sevk eden devasa boyutlardaki birikimin yansıması görülüyor. Fakat başka bir şey, aşkın bir şey var bu satırlarda. Dellaloğlu'nun 2007'de YKY Cogito'nun Walter Banjamin Özel Sayısı için yazdığı giriş yazısında sözünü ettiği şey:
"Üzerine ne giyse yakışan, ağzını her açtığında herkesi hayran bırakan kimileri vardır ya. Garip bir aurası vardı herhalde. Bu aura onun yapıtını da sardı."
Benjamin'in yapıtını hem bu auradan hem de onun trajik sonundan  bağımsız düşünemiyorum; hatta okurken aldığım yoğun hazza hep keskin bir acı ve öfke eşlik etmiştir; hiç değişmez bu. Başyapıtını, Pasajlar'ı bitiremeyen (bitirmesine izin verilmeyen, kaçmak ve sonunda kendini öldürmek zorunda bırakılan) Benjamin'in Fransa Milli Kütüphanesi'nde kendinden geçmiş bir şekilde harıl harıl çalışan imgesi gözümün önüne geldiğinde boğazıma bir düğüm oturur, gözlerim dolar.

Hikaye Anlatıcısı metnini, numaralandırdığı bölümler halinde kurmuş Benjamin. XI. bölümü, buraya almak istiyorum. Ancak bu bölümler kendi içlerinde bütün olmakla beraber, metinden bağımsız birimler değiller, o nedenle tam olarak anlayabilmek ve zevkine varabilmek için, yazının tamamını, Benjamin'in seçme yazılarını içeren "Son Bakışta Aşk" adlı kitaptan okumalısınız.

XI.
Ölüm, hikaye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır. Hikayeci, yetkisini ölümden ödünç almıştır. Başka bir deyişle, hikayeleri hep doğal tarihe gönderme yapar. Eşsiz Johann Peter Hebel'in en güzel hikayelerinden biri, bunu örnek bir biçimde dile getirir. ..."Beklenmeyen Kavuşma" adlı bu hikaye, Falun madenlerinde çalışan bir gencin nişanlanmasıyla başlar. Delikanlı düğünden önceki gece, madendeki tünelde ölür. Gelin, ölümünden sonra ona sadık kalır ve uzun bir ömür sürerek yaşlı, bilge bir kadın olur. Bir gün, terk edilmiş tünelde, demir sülfatla kaplandığı için çürümeden kalmış bir ceset bulunur ve kadın damadı tanır. Bu kavuşmadan sonra, ölüm onu da alıp götürür. Hebel bu hikayeyi anlatırken, arada geçen uzun yılları canlandırması gerektiğinde şu cümlelere başvurur: "Bu arada, bir deprem Lizbon kentini yerle bir etti, Yedi Yıl Savaşları geldi geçti, İmparator I. Franz öldü, Cizvit Tarikatı dağıtıldı, Polonya paylaşıldı, İmparatoriçe Maria Theresia öldü, Strunsee idam edildi. Amerika bağımsızlığını kazandı, Fransız ve İspanyol birleşik güçleri Cebelitarık'ı ele geçiremediler. Türkler General Stein'ı Macaristan'daki Veteraner Mağarası'na kapattılar, İmparator Joseph de öldü, İsveç kralı Gustaf Rus Finlandiyası'nı fethetti, Fransız Devrimi ve uzun savaş başladı, İmparator II. Leopold da bu dünyadan ayrıldı. Napoleon Prusya'yı ele geçirdi, İngilizler Kopenhag'ı topa tuttular, köylüler tarlalarını ekip hasatlarını topladılar. Değirmenci tahıl öğüttü, demirciler çekiç salladı, madenciler toprağın altında cevher aradılar. Ama günlerden bir gün 1809'da Falun madencileri..."
Hiçbir hikayeci anlatttıklarını doğal tarihe, Hebel'in bu kronolojide yaptığından daha fazla yedirememiştir. Dikkatle okuyun: Orada hep düzenli aralıklarla ölümü göreceksiniz; tıpkı öğlen vakti elinde tırpanı, katedral saatinin etrafını dolaşan geçit törenindeki ölüm gibi.



19 Kasım 2014 Çarşamba

18 Kasım 2014 Salı

Zaaflar


Schwächen

Du hattest keine
Ich hatte eine:
Ich liebte

Bertolt Brecht

Zaaflar

Senin hiç yoktu
Benim vardı bir tane:
Seviyordum.

Çev. B.

17 Kasım 2014 Pazartesi

Aşklar yüzyıllardır vazgeçemediğimiz bir ölüm türüdür





"25.
Yalnızlık aşklarda gezer çoğu kez;
aşklar ki,
yüzyıllardır vazgeçemediğimiz bir ölüm türüdür
ve yasaların,
geleneklerin
ve törelerin
ve sakız sakız alışkanlıklarla
yasakların hüküm sürdüğü yerlerde doğarlar."

Hasan Ali Toptaş
Yalnızlıklar

16 Kasım 2014 Pazar

traduttore, traditore

Bu ayki şiir toplantımızın şairi Federico Garcia Lorca. Aşağıdaki şiir gibi çok sevilen bazı şiirleri Türkçe'ye birkaç kez çevrilmiş. İspanyolcam az ama orijinalinden de okumak istedim.Estetik tarafına bir şey diyemem, kulağa hoş geliyor olabilir ama gramer olarak yanlış çevrilmiş gibi geldi bana, ben de bir çevireyim dedim.


DESPEDIDA


Si muero,
dejad el balcón abierto.

El niño come naranjas.
(Desde mi balcón lo veo).

El segador siega el trigo.
(Desde mi balcón lo siento).

¡Si muero,
dejad el balcón abierto!


HOŞÇA KALIN


Ölürsem
Açık bırakın balkonu.

Çocuk portakal yer.
(Balkonumdan görürüm onu.)

Orakçı ekin biçer.
(Balkonumdan duyarım onu.)

Ölürsem
Açık bırakın balkonu!

Çev.  A. Kadir-Afşar Timuçin

VEDA

Açık koyun
balkonumu ölünce.

Portakal yiyor çocuk.
(Balkonumdan görüyorum.)

Ekin biçiyor ırgat.
(Balkonumdan duyuyorum.)

Açık koyun
balkonumu ölünce!

Çev. Erdoğan Alkan


VEDA

Ölürsem,
balkon açık kalsın.

Oğlan portakal yer.
(Balkonumdan görürüm.)

Irgat buğday biçer.
(Balkonumdan üzülürüm.)

Ölürsem,
balkon açık kalsın!

Çev. Ben

15 Kasım 2014 Cumartesi

Brooklyn Çılgınlıkları

"Tom, 'Evet,' dedi. 'Kırk yaş ölmek için fazlasıyla genç. Ama o kadar bile yaşayamamış olan onca yazar olduğunu da bir düşün.'
'Christopher Marlowe.'
'O yirmidokuzunda öldü. Keats yirmi beşinde.Georg Büchner yirmi üçünde. On dokuzuncu yüzyılın bu en büyük Alman oyun yazarı yirmi üçünde. Lord Byron otuz altısında. Emily Bronte otuzunda. Charlotte Bronte otuz dokuzunda. Shelley otuzuna basmasına bir ay kala. Sir Philip Sidney otuz birinde. Nathanael West otuz yedisinde. Wifred Owen yirmi beşinde. Georg Trakl yirmi yedisinde. Leopardi, Garcia Lorca ve Apollinaire'in üçü de otuz sekizinde. Pascal otuz dokuzunda. Flannery O'Connor da otuz dokuzunda. Rimbaud otuz yedisinde. Stephen ve Hart Cranes'den biri yirmi sekizinde, öteki otuz birinde. Ve Kafka'nın en sevdiği yazar olan Heinrich von Kleist, otuz dördünde sevgilisiyle birlikte intihar etti.' "

14 Kasım 2014 Cuma

Mezmur'dan

"...Ein Nichts
waren wir, sind wir, werden
wir bleiben, blühend:
die Nichts-, die
Niemandsrose."


Paul Celan

"...Bir hiçtik biz,
öyleyiz,
öyle de kalacağız:
açarak hiçin,
hiçkimseningülünü."

ve gün biter


13 Kasım 2014 Perşembe

12 Kasım 2014 Çarşamba

Abra Kadavra

Şu Pandora oldum olası bir "iyi ki gitmişim"ler yuvasıdır; bugün de öyle oldu. Akillas Millas'ın Büyükada: Prinkipo, Ada-i Kebir kitabına bakmaya gitmiştim; ağzımın suları akarak biraz baktım, sonra internetten almaya karar verdiğim için yerine koydum. Şeytan dürttüğü için olsa gerek, onun hizasında, sol tarafta duran şiir kitaplarına gözüm kaydı. Ozan Öztepe'nin, İsmail Yıldırım'ın gravürleriyle bezenmiş kitabı dikkatimi çekti. İlk şiirini okudum ve işte kısa günün kârı dedim kendime: yeni bir şair tanıdım.

Ozan Öztepe (canım benim), yeni bir şair değil elbette, ben yeni tanıdım onu. Ölüler Bandosu (2006) ve Elektronik Mektup (2009) adında iki şiir kitabı daha varmış. 

İlk şiirini okuyunca, sol ayağımın üzerinde bir hamlede 180 derece kasaya dönmek suretiyle hayatımın en hızlı satın almalarından birini gerçekleştirdim ve kitabı mahsus kese kağıdına koydurmadım ki Büyük Parmakkapı Sokak'tan Karaköy'deki vapura kendimi atıp okumaya başlayana kadar yolda giderken kah avucumun içine yerleştirip baş parmağımla, kah iki uzun kenarından kavrayıp bükerek işaret parmağımla sevebileyim :)



ABRA KADAVRA

Çeliğin ince sesini dinledim odamda
uzun uzun çınladı eşyalar
her bir köşesinde duydum çoğalan duvarları
Yeni bir isim aradım demokrasiye
yoktu yalımın karşılığı
Eşyaları başka odaya taşıdım
kalemleri kutulara, sardunyaları dolaplara
hrant dink’i rafa kaldırdım abra kadavra
Evin her halini,
yerli yerine
Aceleye lüzum yok bence
tam da istedikleri gibi gökyüzü
Herhangi bir odasında ülkemin
aradığım yazgımı belki de
bir başıma
bugün
burada
Eşyaları başka odaya taşıdım
sandalyeleri üst üste masaları
sıra sıra
metin lokumcu’ya bir yer aradım
bulamadım

Perdeleri kestim biçtim
yamadım tavanarasına
festus okey’i topladım postaladım abra kadavra
Eşyaları başka odaya taşıdım
boş kolilere yerleştirdim oyuncak askerlerimi
sığmadılar iki ayrı manga yaptım
Dağılın dolaplara marş marşşş
Ateşkes imzaladım ilk ben bozdum
Yeni bir isim aradım demokrasiye
hınzır bir tırtıl usulca
ilerlerken içime
beni kemirirken lime lime abra kadavra
Yeni bir anayasa hazırladım eski kelimelerle kendime
ilk darbeyi
ben yaptım keyifle
Odamı kazdıkça çukurlaşan şeydi ölüm
düştükçe ve düşündükçe çoğaldı suçum
Hafif bir lodosa
belverebilir düzenim
Eşyaları başka odaya taşıdım
terlikleri, oy pusulalarımı
Dedim bir daha kimseye
gündoğumunu çekmeceye yalnızlığımı komodine
gazeteleri ve küpürlerini kaldırıp attım
baş yazarları bıraktım boş denize kök salsınlar diye
Yeni bir isim aradım demokrasiye
karakuru bir şey buldum abra kadavra