Dün işyerinden izin alıp bugün adaya gittim. Sözüm ona yeni yasadan yararlanarak, gecikmiş vergileri cezalarını ödemeksizin yatırabilecek, takside bağlayabilecektik. Kalabalıktı belediye, işlem de uzun sürdü. Saat 11 buçuğu buldu çıktığımda. Toplam 1300 küsur olan borcun yalnızca 270 lirası yasa kapsamına giriyormuş, onu taksit yapsan ne olacak, yapmasan ne olacak ama, inadına yaptım tabii. Kalanı ödeyip ödememekte yine tereddüt ettim, çünkü "yol yapımına katkı" adı altında kaldırım yenileme işi için (bunlar belediyenin görevi değil mi, emlak vergisini zaten ödüyoruz?) alınmak istenen para 5 yıl önce 650 liraydı. Cezasıyla faiziyle 800 lira olmuş. Evimin önündeki kaldırımı kendim yaptırsam, hesap etmiştim o zaman, yevmiye ve malzemenin toplamı en cömert hesaplamayla 150 lirayı geçmiyordu. Ödemeyi reddettim bugüne kadar, bu haksız vergiyi. Baktım sürekli artacak, artık ödemeye karar verdim, lanet olsun. 801 lirayı nakit ödedim, 270 lira şunun bunun eklenmesiyle 314 lira oldu, onu da 6 takside bağladım, geri kalan meblağı sonraya bırakıp eve doğru yokuşa sardım.
Bahçede karşılaştığım manzara en az bir saatlik çalışmaya işaret ediyordu; dökülen yaprakların yanı sıra, komşunun budadığı ağacın dallarını bizim tarafa atmasıyla oluşan yığın da cabasıydı. Giderlerin üstünü açtım, dalları kapının önüne çıkardım ama onun dışında bahçeyi olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Yaprakları bir araya toplarken, bir sonraki gelişimde içlerinde oluşmuş olacak mikrokozmosu düşündüm; bir ay sonra bile gelsen, salyangozlar, solucanlar, türlü türlü böcekler yuva yapmış olacağından eldivensiz toplanmaz. Ele bim poşeti geçirmek falan kurtarmaz yani :) Bunları yaparken ölüm hiç gelmedi aklıma.
Bizim uyduruk taş bahçenin bile birkaç ayda cangıla dönmesi, aslında doğayı azıcık kendi haline bırakmamızın bile dünyayı kurtaracağını kanıtlıyor ve tahribatın korkunçluğunu gösteriyor.
Kendi hesabıma, o kadar az tüketiyorum ki. Dünyada kapladığım alanın küçüklüğüyle gurur duyuyorum. Araba kullanmıyorum; giysilerim, ayakkabılarım utanç verici bir hale gelene kadar eskimeden ya da yırtılmadan yenilerini almıyorum; çöplerimi 15 yıldır dönüştürüyorum; birçok şeyi ikinci, üçüncü kere kullanırım; elektrik, su, yağ, kozmetik kullanımım son derece sınırlıdır. Yine de sistemin dayattığı ambalaj tüketimi korkunç. Ne kadar tasarruflu olsam da her gün çıkan çöpe hala şaşırmaktan kendimi alamıyorum.
İnsanların maddi imkanlarına göre yaşamaları beni dehşete düşürüyor, yani, iki arabayı, üç televizyonu karşılayabildiği için satın alanlardan, iki kazak yeterken on sekizinciyi alanlardan, telefonu bozulmadığı halde yenisi çıkmış diye alanlardan bahsediyorum. Borçlanarak kazandıklarından fazla harcayanlardan ise hiç bahsetmiyorum. Halkın ezici çoğunluğu ise temel gereksinimini karşılayamayacak kadar az gelire sahip olanlardan oluşuyor, ama işe bakın ki bu çoğunluk kurutmuyor kaynakları. Dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünyanın toplam
gelirinin yüzde 70’ine sahip. İşte bu bir avuç insan yüzünden dünyadaki canlı varlığı topyekün yok olma tehdidi altında.
Eve gelince, Saroyan'ın Paris-Fresno güncesinden, zengin sayılabilecek bir adam olduğunu, ama böyle yaşamadığını, böyle yaşamanın başka bir anlayışın ürünü olduğunu söylediği satırları aradım: Zengin olmak, ama yoksul gibi yaşamak. Kendi yapabildiği hiçbir iş için -ağaç budamaktan ayakkabılarını boyamaya- bir başkasına yük olmamak, paylaşmak. Bulamadım. Bunun yerine, aşağıdakileri bulabildim:
"Ama yalnızca yoksullardır gerçek insanlar; aç acına akın akın gelir, çalışır çabalar, doğurur ve ölürler... Zenginler bunun dışındadır, onlar aslında insan soyuna mensup sayılmazlar. Ait oldukları soy, tahayyül etmekten hoşlandıkları gibi üstün değildir asla. Yoz bir soydur, doğayla ilgisi olmayıp, dünyevidir." s. 36
"Dün seksen santime alıp balkondaki saksılardan birine diktiğim fesleğen yerinden hoşnut görünüyor. Öğle yemeğinde kokulu bitkinin küçük bir filizini koparıp peynir ekmeğe katık ettim." s. 17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.