29 Mart 2015 Pazar

Cabo Verde Müziği -1



Cabo Verde (adalılarca okunuşu "kabu verci"), Türkçe adlandırmayla Yeşil Burun Adaları, Atlas Okyanusu'nda, Senegal ve Moritanya'nın açığında bulunan, 10 ada ve 8 adacıktan oluşan bir takımadadır. Doğal kaynakları oldukça sınırlıdır; sık sık kuraklığın yaşandığı adalarda su sıkıntısı vardır. Bugünkü ada halkının kökenleri Portekizli yerleşimciler ile Afrikalı kölelere dayanmaktadır, konuşulan dil Cabo Verde Kreolü ve Portekizcedir (Cabo Verde, 1975'te bağımsızlığını kazanana kadar bir Portekiz sömürgesiydi). Yoksul ve sürekli göç veren bir ülkedir, şu an nüfusundan fazlası dünyanın çeşitli yerlerinde ama özelikle Angola, Portekiz ve diğer Avrupa ülkeleri (Fransa, Hollanda vb.) ile ABD'de yaşamaktadır. Bu nedenle Cabo Verde müziği, "dünya müziği" türünün -ülkemizde olmasa da- çok tanınan ve sevilen bir üyesidir. Şarkıların sözlerine baktığımızda da en çok işlenen temanın sıla hasreti ve vatan sevgisi (şarkılarda en çok geçen sözcüklerden biri "nos terra"dır; toprağımız ya da vatanımız demektir) olduğunu görürüz.



Cabo Verde müziği ile tanışmam, Cesaria Evora sayesinde oldu, arkasından Teofilo Chantre, Mayra Andrade ve Tito Paris'i, Lura'yı, Ildo Lobo'yu ve diğer birçok Cabo Verdeli müzisyeni tanıdım. Cesaria Evora ve Mayra Andrade'yi canlı dinleme şansı buldum. Kesinlikle en sevdiğim müzik. Her gün dinlemiyorum ama ne zaman dinlesem, ondan ayrı kaldığım günlere şaşarım. Nasıl ki kesintisiz bir mutluluk paradoksal olarak mutluluk olarak tanımlanamazsa, mümkün değilse, bu da öyle bir şey herhalde. Hele de çakırkeyif isem dinlerken, dünya yüzünde başka bir şeyden bu kadar haz alacağımı düşünemem.

Hani Portekiz'in fadosu, İspanya'nın flamenkosu, Brezilya'nın sambası vardır; işte Cabo Verde'ciğimizin de mornası vardır; efendime söyleyeyim, ayrıca coladeirası ve funanası vardır. Fakat 'morna'dır aslolan:


Meali şöyle:

Morna, daha anamın memesinde bir çocuk olduğum günden
beri tanıyorum seni
Gidersem ah, morna
duymak isteyeceğim tek şey sensin!

Senin gücün
kalbimi büyülüyor,
Ah, susuzluğumu,
senin melodilerinle dolu bir kadehle dindirsem!

Senin sihrinin esiriyim,
Bedduanla lanetliyim,
Ve göğsüm durmaksızın varlığınla eziliyor
Ama yine de hiçbir şey beni seni sevmekten alıkoyamıyor, ah morna!




27 Mart 2015 Cuma

"Ben istemenin Allahını bilirim bayım!"


26-27 Mart'ta, Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsü'nde "Şiiri Hayattan Kurtarmak" başlıklı Didem Madak Sempozyumu düzenlendi. Ben yalnızca ilk günün ikinci oturumuna katılabilecektim, o oturumda ilk konuşmacı Birhan Keskin, ikinci Esra Yalazan, sonuncu da Neşe Yaşın olacaktı. Ancak işyerinden hemen çıkamadım ve Keskin'in konuşmasını kaçırdığım için gideyim mi gitmeyeyim mi diye düşünürken kendimi Fındıklı'da buldum, iyi ki gitmişim.

Gittiğimde tahmin ediyorum Birhan Keskin konuşmasını henüz bitirmişti ama Neşe Yaşın konuşuyordu. Sonra soru cevap kısmına geçildi; anladım ki Esra Yalazan sempozyum için yeni bir şey hazırlamamış ve eğer soru cevap bölümünden vakit kalırsa daha önce yayımlanmış bir yazısını (http://t24.com.tr/yazarlar/esra-yalazan/sempozyumda-mavi-bir-kelebek-didem-madak,10813) okuyacakmış. Okudu, ama salon boşaldı o okurken.

Bütün sorular Birhan Keskin'e yöneltildi; şimdi hatırlayamadığım bir soruya istinaden "şiir rasyonel olanla irrasyonel olan arasındaki bölgede gerçekleşir" deyince dur not alayım dedim, e alınca da buraya yazıp paylaşayım:

Soru: ...Didem Madak'ın Sylvia Plath şiirinden etkilendiğini düşünüyorum. Ama cinsellik Didem Madak şiirine Plath'ta olduğu kadar yansımamıştır. ...Bunun nedeni toplum baskısı olabilir mi? ...Genellersek Türkçe şiirde cinsellik kaçınılan bir konu mu?

B.K.: ...Siz ne kadar etkileniyorsanız biz de toplum baskısından o kadar etkileniyoruz ... ancak Didem Madak'ın böyle bir kaygısı olduğunu da çok zannetmiyorum. ..."Ben istemenin Allahını bilirim bayım!" diye dizesi olan [aşağıya şiirin tamamını alıyorum] bir kadın hakkında, neyi tartışıyoruz?

SİZ AŞK'TAN N'ANLARSINIZ BAYIM?


Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

Katkı sunmak için söz alan bir dinleyici, "Didem'in cinsellikten söz etmekten kaçındığını düşünmüyorum" dedi ve Madak'tan aşağıdaki alıntıyı yaptı:

“...İyi şairler çekince uzayan laflar etmekten imtina eder, kendilerini fazla beğenmez, cinsiyetlerini de öyle herkesin gözüne sokmazlar. Zaten ben daima iyi bir şair gibi davranmışımdır. Tilkilerle olan sorunlarım dışında tereddütte kaldığım hususları cemiyet hayatına fazla yansıtmamışımdır”.
Birhan Keskin de onayladı bunu, ama ben kendi adıma bu alıntının neresinde cinsellik olduğunu anlamadım. Hatta tam tersini anladım ya, neyse, geçelim.

Soru: Şiirin erkek egemen bir alan olduğunu düşünüyor ve kabul ediyoruz ne yazık ki... [böyle başlayan bir soruyu hiç dinlemedim :)]

B.K.: Biz etmiyoruz! ...

Soru: Didem Madak şiiri sivil bir şiir mi, anayasaya aykırı mı?

B.K.: Bütün şiirler anayasaya aykırıdır.

Tartışma bölümünde bir yerde, sempozyumun başlığına itiraz geldi ve yine Birhan Keskin'e başlık hakkında ne düşündüğü soruldu. Keskin de başlığın yanlış olduğunu düşündüğünü belirtti. Sonra söz alan katılımcılar ve düzenleyenler başlığın kasıtlı olarak seçildiğini ve ironik olduğunu açıkladılar. Semih Gümüş, Didem Madak'ın Pollyanna'ya Mektuplar şiirinin üçüncü bölümünden şu dizeleri okudu:

"Geçen yazı
Bir dut ağacının altında roman okuyarak geçirdim
Dut taneleri düşerdi sayfalara
Tıpkı tatlı bir yaz yağmuru gibi
Büyük taneli tıpırtılarıyla
Kendimi dut ağacının gölgesini yiyen
Bir ipek böceğine benzetirdim.
Ucuz teşbihler beyaz atlı prenslerdir Pollyanna
Bir şiire gelir
Ve onu bu hayattan kurtarırlar."

Her ne kadar aslında ironikti, kasıtlıydı deseler de başlığın yine de yanlış bir seçim olduğunu düşünüyorum.O ironi ancak bir konuşmanın ya da tartışmanın konusu olabilirdi. Ayrıca, Birhan Keskin'e yöneltilen sorunun içindeki "Didem Madak şiiri Sylvia Plath şiirinden etkilenmiştir" önermesine Keskin'den bir yorum gelmedi; ben gelmesini beklerdim. Didem Madak şiirinde Sylvia Plath şiirinden hiçbir iz yoktur bana göre. Diğer yandan, Sylvia Plath'ın yaşamından, şiirinden, yaşama devam etmeme seçiminden etkilenmemek olası değildir; şüphesiz Didem Madak da etkilenmiştir. Müjde Bilir, onun ardından yazdığı ve Pulbiber Mahallesi kitabının yeni baskılarına alınan yazısında, Madak'ın Sylvia Plath için yazdığı kayıp bir şiirden söz eder:

"Yaşadığım bir acıyı paylaşmıştım epey zaman önce. 'Tüylerim diken diken oldu. Bana şiir yazdıracaksın' demişti. Sylvia Plath’ın intihar eden oğlunu duyduğunda da, böyle olmuş belli ki. Oturup şiir yazmış kardeşi Sylvia’ya... Sonra Burcu’ya, Zeynep’e okumuş 'Nicholas’ın Ölümü'nü. Ama daha sonra -duyduğuma göre- bir şeye çok kızmış… ve bir gece yarısı yırtıp çöpe atmış yazdığı bu şiiri. Öldüğü gün Zeynep, aklında kalan tek dizeyi sayıklıyordu:  
'Sylvia uyan! Nicholas sütünü içmedi!'"


Baştan sona göz kırpmadan dinlenesi, izlenesi bir sempozyum düzenlemişler. Bildirilerin Metis tarafından basılacağını -umarım çok geçmeden- sanıyorum. Okuyacağız artık kaçırdıklarımızı.


P.S. Neşe Yaşın'ın konuşmasının bir yerinde "Didem'in şiirinde bir karşı çıkış vardır, ama bunu sert ve erkeksi biçimde yapmaz" dediğinde Birhan Keskin'in buna nasıl bir tepki verdiğini, suratını daha iyi görmek için ayağa fırlayışım geldi aklıma da, deli gibi kendi kendime sesli güldüm; hiç de tepki filan vermedi, üstüne alınmadı.



24 Mart 2015 Salı

Abidin Dino (ve Gertrude Stein)


Dün Abidin'in doğum günüydü (bu yazı da aslında dün yazılıp-yayınlanmalıydı ama yetiştiremedim). Doğum gününde onu anmak için ne yazabilirim, diye bakınırken, aklıma Kitap Yayınevi'nden çıkan, M. Şehmus Güzel'in üç ciltlik Abidin Dino'su geldi. Okurum bir ara, bulmuşken alayım dediğim kitaplardandı. İyi ki de almışım, şu anda baskısı yok.

Güzel'in referanslarına göre ve onun deyimiyle "güzel yaşamış" Abidin hakkında, biri ansiklopedik olmak üzere birkaç biyografi ya da biyografik özellikli kitap var. Onları görmedim, ancak bu biyografide Şehmus Güzel, sanki bizi karşısına alıp sohbet eder, konuşur tarzda yazmış. Çok büyük zevkle okunuyor. İyi yazılmış, ama öyle zengin bir yaşam ki Abidin'inki, prospektüs gibi bile yazılmış olsa merakla okunur eminim.

Güzel, Abidin'in hayatını 1913-1942; 1942-1952 ve 1952-1993 olarak bölümlere ayırmış ve her biri ayrı bir cilt olmuş. İçinde yüzlerce anekdot, onlarca desen var; kitap aynı zamanda hem sanat tarihi, hem de Türkiye tarihi olarak okunabilir. Abidin'in Türkiye'deki, Paris'teki ve diğer birçok Avrupa şehrindeki yaşamı ile örneğin Mecitözü'ndeki sürgünlüğüne dair birçok bilgi de bulunuyor kitapta. Ama yine de, içlerinden hangisini çekip buraya alsam diye, çok da düşünmedim açıkçası: Gertrude Stein ile olan dostluğunu ve birlikte çalışmış olduklarını öğrenmiştim :)

Şehmus Güzel, kitapta kısaca Stein'ı tanıtmış, ünlü dostlarından bahsetmiş ve Stein tarafından ya da onun hakkında yazılan belli başlı yayınların isimlerini vermiş. Biz meraklılar için bu referanslar çok sevindirici. Ancak başta söylediğim gibi Türkiye'de bir kitabı ancak yetişen okur, örneğin Stein'ın Picasso adlı kitabı Türkçeye çevrildiği halde baskısı tükendiğinden şu anda satın almak mümkün değil. Burada devreye kütüphane girebilir, girmeliydi, ancak o da olası değil. Atatürk Kitaplığı kataloğuna baktım, yok. Boğaziçi Üniversitesi'nde orijinali var.

Abidin ve Gertrude'nin tam olarak ne zaman ve hangi vesileyle tanıştıkları kesin olarak bilinmiyor ancak en geç '38 ve Picasso sayesinde olmalı, diye düşünüyor Şehmus Güzel. O günlerde Stein'ın -birçok sanatçıya olduğu gibi- Abidin'e kol kanat gerdiğini, Abidin'in kübist etkiler taşıyan çizgilerini beğendiğini hatta resimlerini "çok eğlenceli, çok sevimli" bulduğunu aktarıyor. 

Şehmus Güzel'in yaptığı gibi, ben de Gertrude Stein'la olan yakınlığını ve işbirliğini Abidin'in kendi ağzından buraya alıyorum:

"Gertrude Stein ile çalışma şansına sahip oldum. Onunla erotik imgeler ve onların çağdaş sanattaki ağırlığı üzerine konuştuk sıkça.

Gertrude Stein'la, oldukça sevdiği çizgilerimden söz ederken tartıştığımız bir konuydu bu. 1938 yılı başında Alice Toklas ile birlikte 5 rue Christine'de, evlerinde, ya da akşamüstleri, köpekleri Basket peşimizde, Seine Nehri boyunca konuşmuş durmuştuk bu sorunu. Bir hayli canlı konuşmaların birkaç kez tekrarlanan konusu sanatta erotizm olmuştu, hele kübist akımda bu özelliğin var olup olmadığı etrafında... Gertrude Stein'ın dediğine bakılırsa, başarılı bir kübist resim karşısında şehvetli bir duyguya kapılıyordu. Bense, kübist akımda, erotik değil, topolojik bir dördüncü boyut kavramının belirdiğini savunuyordum... Paris'e yeni ayak basmış bir Türk delikanlısı ile bunca önemli bir çift arasında bu çeşit bir tartışmanın birkaç kez tekrarlanması -şimdi düşünüyorum da- oldukça şaşılası şey. Bu sırada Gertrude Stein yazarak, ben çizerek, çok önemsediği bir işe girişmiştik birlikte, yeni bir Faust üstünde çalışıyorduk.

Doctor Faustus Lights the Lights bir opera olarak tasarlanmıştı ve müziği Lord Berners tarafından bestelenecekti. Ben senografiyi, Stein'la sürekli olarak geliştiriyor, kimi buluşlarına çizgimle yol açıyordum. Yıllar sonra bu resimlerin bir bölümü Oxfordshire'da Mr. Heber Percy'nin şatosunda Anthony Parton adında genç bir sanat eleştirmeni tarafından ortaya çıkarıldılar. Bu genç arayıp tarayıp beni buldu, eski çalışmalarımın fotoğraflarını bana verme nezaketini gösterdi. Paris'e kadar getirerek. Projemiz, benim Türkiye'ye dönmek zorunda kalmam ve İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi yüzünden yarıda kaldı. Böylece nihayet operanın librettosu Amerika'da Last Operas and Plays by Gertrude Stein adı altında yayımlandı. Gertrude ile çalışmamız aslında aramızdaki bir tür oyun biçimindeydi. Gertrude'un bana okuduğu bir bölüme göre çiziyordum. Çizdiklerime bakarak, O, bazen metnini değiştiriyordu. Benim çizgilerimde, imgelemelerimde, kocaman elektrik ampulleri vardı. Bundan hareketle Faustus'una ampuller ve ışıklar yerleştirdi."


Gertrude için Abidin'in çizdiği desenlere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz, pdf olarak da indirmek mümkün:

http://www.digitalssm.org/cdm/singleitem/collection/abidindino/id/892/rec/189


22 Mart 2015 Pazar

Öykü güldestesi

Bu hafta sanata doyduğum, tatmin edici nadir haftalardan biri oldu doğrusu. Bu kısa not ya da haber yazısını yazmayı da dün teze iyi çalışarak hak ettim. E daha ne olsun.

Raymond Carver Amerikalı sıkı bir öykücü, yine bir öykücü olan, kasabadan, cin gibi ve yetenekli Özgür Çakır'ın bana 2013'te tanıttığı bir şahsiyet. Sağ olsun, minnettarım. West, Saroyan, Hemingway, Capote ve Salinger'dan başka hikayeci tanımaz ve yeni isimlere -Amerika'nın yeni nesline- önyargılı yaklaşırken, bu babaların yanında anabileceğim bir yazar oldu benim için Carver. Saroyan kadar olmasa da insancıl ve dokunaklı. Ama üslubu çok farklı ve şaşırtıcı. Genel olarak öykü türüne ilginç katkılar sunan bir yazar olduğunu düşünüyorum.

Durun bir dakika, Carver o kadar da insancıl olmayabilir. Bazı öykülerinden sonra midenize yumruk yemiş gibi iki büklüm kalakalıyorsunuz.Bu kitapta mideme çalışan öyküler Fil ve Kutular'dı. Uzun bir zaman etkilerinden kurtulamayacağım. Çehov'un hastalık süreci ve son günlerini konu eden Ayak İşi de müthiş bir fikir, bir o kadar da iyi bir hikayeydi. Arada sırada dönüp tekrar okumak isteyeceğiniz türden.

Son olarak bir de şu var:  Enis Batur'un New York'u anlattığı Amerika Büyük Bir Şaka, Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz? kitabı ve nitelemesinden sonra iyice şüpheye düşmüştük; ama artık Amerika'nın hiç de şakası yapılacak, gülünecek bir hali olmadığını ya da kalmadığını Carver'ın öykülerinde açık ve seçik olarak görmemiz mümkün :)

Öyküleri dilimize kazandıran Sabuncuoğlu'nun çevirisini de çok beğendiğimi mutlaka belirtmeliyim. 

Raymond Carver
Fil
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
Can Yayınları
Mart 2015


Söz etmek istediğim ikinci kitap, yine bir öykü kitabı. Şanlı kasabamızın bir diğer öykücüsü Türker Ayyıldız'ın son kitabı. Tesadüfe bakın ki Türker Ayyıldız'ı da Çakır sayesinde tanımıştım. Sağ olsun var olsun tekrar.

Türker Ayyıldız şiirle başlamış yazmaya (ya da yayımlatmaya) ama şiirle devam etmiyor artık, öykücü olarak devam etmek istiyor yayın hayatına. Bu kitaptan sonra, Ayyıldız'ın diğer öykü kitabı Vapurlara Küsmek de okuma listemde ilk sıralara yerleşti, merak ediyorum onları.

Öykülerdeki baş karakerler son derece sahici, en beğendiğim tarafları da naif olmamaları. Saroyan ve Sait Faik'in "iyilik" sınavından geçmiş karakterler; yani sınanmış; doğuştan değil de, her türlü puştluğu görüp, yaşayıp, bilip, iyi olmayı seçim olarak benimsemiş, sağlam karakterler. İşte zaten o yüzden sahiciler. Kırgın, yaralanmış ya da hatalı olduklarında da üzülmüyoruz onlar için, yargılamıyoruz, inanıyoruz onlara sadece. Nasıl olması gerekiyorsa öyle gerçekleşiyor olaylar; neyse o; ne eksik, ne fazla. Bize düşen öykünün bütüncül güzelliğini takdir etmek ve yanında yürümek.

Türker Ayyıldız
Şikeste
Yapı Kredi Yayınları
Şubat 2015

20 Mart 2015 Cuma

El Deseo, S.A. (Arzu Ltd.) sunar

Birkaç hafta önce Sylvia Plath'ın günlüklerini okumuştum; 18'inden 30'undaki intiharından kısa bir süre öncesine kadar -arada bazı boşluklar olsa da- günlük tutmuş. Okuduğu kitaplar, üzerinde çalıştığı şiirler ve öyküler, flört ettiği adamlar (en büyük yer Ted Hughes'un) günlüğün ana temaları olsa da baştan sona tekrarlanan asıl konu hep "yeterince çalışmıyor-üretmiyor" oluşu; Plath sürekli "programının gerisinde". Ya bir yerlere bir şeyler gönderiyor, kabul edilip edilmeyeceği üzerine fikir yürüterek (genelde karamsar), ya gönderdiği şeylere cevap bekliyor, ya da bir yerlerden kabul ya da red cevabı aldığından bahsediyor. Kabul edildiğinde bunlar sevinç vermiyor pek, yaşam kurgusu başarıları göz ardı etmek ve red cevaplarıyla yıkılmak üzerine kurulu. Bir dönem Dr. Ruth Beuscher'le terapiye devam ediyor:
"Yazmak benim sağlığım; soğuk sıkılganlığımı bir aşsam da yaptığımın karşılığında hangi ödülü ve alkışı aldığım için değil, sırf kendi hatrıma keyif alabilsem. Dr. B. haklıydı: bir şeyler yapmaktan kaçınıyorum çünkü onları yapmazsam, başarısız olduğum da söylenemez."
:)

Aynı yanlışın epeydir farkındayım ben de kendim için, yazdıklarımın kötü, hatalı ya da yüzeysel olduğu söylenmesin diye hiç yazmıyorum oluyor bitiyor. Çok yanlış, biliyorum ama farkında olmak çözmeye yetmiyor. Eyleme geçmek gerekiyor. Bunun için de düşünmeye fırsat tanımayacak sıkılıkta bir günlük rutini oturtmak gerekiyor.

Bu "yazmaktan kaçınma", tezin yanı sıra, kısa denemelerde en çok yazmam gereken, en çok tanıdığım konu ya da sanatçıları yazmaktan kaçınmayı da kapsıyor. Marquez, Saroyan, Sait Faik ve Almodovar üzerine hiç yazmadım, yaşamımdaki en önemli şey üzerine, müzik üzerine "yazmıyorum". Çünkü onlar benim yumuşak karnım. Halbuki paylaşmak istediğim şeyler, kendime göre keşiflerim ve onları tanımayanlar tanısın diye söyleyeceğim şeyler var.

Yazmaktan kaçınmama karşın ve bununla çelişkili olarak, ilginç bir şekilde son birkaç yıldır aklımda hep aykırı, provokatif hatta rahatsız edici işler (öykü, şiir ya da enstalasyon) yapmak var. Tabii, kendine güveni tazelemeden kalkışılmaması gereken işler bunlar.

Bu hafta kısıtlı vaktimi hiç suçluluk duymadan -çünkü salt haz için olmadığı bahanesiyle kendimi avutarak- tarzından ders çıkarmaya, öğrenmeye çalışarak birkaç Almodovar filmini izlemeye ayırdım. Almodovar sinemasını diğerlerinden ayırıp benim için "en" yapanın ne olduğunu düşündüm. Aşk, tutku ve şehvet hakkındaki fikirlerinin birçoğunu paylaşmamama, mizah anlayışını sevmeme ama bayılmamama rağmen, -her ne kadar eşcinselleri anlasam da- eşcinsel de olmadığıma göre Almodovar sinemasında beni çeken şey neydi? Almodovar filmlerine hayranım. Renklerine, canlılığına, kusursuz kurguya ve alt metinlere, derinliğe. En çok da Almodovar'ın kafasına koyduğunu kimsenin ne düşündüğüne aldırmadan yapmasına, yaptıklarının arkasında durmasına ve bu samimiyetin senaryo ya da sekanslar ne kadar absürd olursa olsun bizi sahiciliklerine, olabilirliklerine inandırmasına hayranım. Sinema başka nedir ki zaten? Çalışkanlığına hayranım. Kendini sürekli yenilemesine, kendiyle dalga geçmesine hayranım. Bunlar benim de eskiden bir ölçüde muktedir olduğum, şu an ise elimden gelmeyen şeyler. Nasıl geri kazanabilirim?

Devasa bir egom olduğunu keşfedeli çok oldu, şimdiye dek yok edemedim, sanırım bundan sonra da edemeyeceğim. Çocukken sahip oldukların maalesef ölene dek seninle kalıyor. Kabul etmekten nefret etsem de bu böyle; dolayısıyla onunla yaşamak zorunda olduğuma göre, bu içi boş, koca götlü egonun forma girmesi ve bir işe yaraması gerekiyor. Bu sakar ve hantal haliyle beni sürekli utandırmaktan ve incitmekten başka bir işe yaramıyor.

Kendime not: Yapacak iş çok; o zaman yap: Öncelikle, 21 günlük bir rutin oturtma çalışması, sonra rutin çalışma düzenine geçiş ve çalışma programında yaratabildiğin boşluklarda kimin ne düşüneceğine aldırmadan "büyükler" hakkında yaz. Yazdıkların kötüyse çöpe at. Aynı şeyi baştan yaz. Eleştirilmekten korkma, tam tersine, eleştirilmemekten kork. Çünkü insanın karşısına çıkacak en büyük engel kendisidir.

Carne Tremula, Almodovar'ın Ruth Rendell'in romanından kafasına göre uyarladığı/baştan yarattığı 1997 filmi Canlı Et (Türkçe'ye Çıplak Ten olarak çevirmişler, tey allaam), bu hafta izlediğim filmler içinde sarmal kurgusuyla en çok şey öğrendiğim, en çok aklıma takılan film oldu. Daha önce çok hissedememişim bunu. Bardem harikalar yaratmış. Diğer oyuncular onun kadar mükemmel değilse de, sırıtmıyorlar. Özellikle bir repliğe takılı kaldım, Sancho'nun (Jose Sancho) söylediği: "Kimse gençliğinin sahibi değildir, ne de sevdiği kadınların." Gelmiş geçmiş en estetik sevişme sahnesi de bu filmdeymiş meğer. Almodovar'ın kıymetlisi Chavela Vargas'ın "Somos"u eşliğinde. Tam bir şölendi. Haydi bir daha izleyeyim :)

El Deseo, S.A. sunar: Carne Tremula

(Trailer çok kötü, filmi zerre kadar anlatmıyor, ama başka bir şey bulamadım. Siz en iyisi filmin kendisini izleyin.)




18 Mart 2015 Çarşamba

amalgam

"J'ai perdu le combat"
şu hayatta
hem de çoktan

zor oldu
ve uzun sürdü anlamam,
ama zaten anlam
bulmak için aradığın değil
sonuçta vardığındır:

insan amalgamdır
ve ancak
bir boşluğu doldurabildiği kadardır

amalgam

özbeöz bronşlarım boğarken beni
grip kanepe ve şuursuzluk üçgeninde
işittim ki salgınmış
dolup taşan hastaneler
ölenler filan varmış

hastaneye git diyor annem
tuvalete bile gidemezken
kim götürecek kimi?
istemez miyim bir kolumda serum
mal mal yatarken
hazır mis gibi hastane yemeği?

düşündüm de kıs kıs güldüm
bitti oh buraya kadarmış
arkamdan gözyaşı dökerken dersiniz:
"daha bugün konuştuk hiç şey gibi değildi"
şey gibi değildi de amk öyleymiş demek ki

"J'ai perdu le combat"
şu koduğumun hayatında
hem de çoktan
zor oldu anlamam
ama zaten anlam
bulmak için aradığın değil
sonuçta vardığındır:

insan amalgamdır
ve ancak
doldurabildiği boşluk kadardır

16 Mart 2015 Pazartesi

Blitzkrieg

Hayatı, bizi içine saklandığımız siperleri terk etmeye zorlayan, tanklı-uçaklı-zehirli gazlı topyekun ve akışkan bir yıldırım savaşı (Blitzkrieg) olarak yaşayan bir şair Barış Özgür. Baktığı her yerde, yaşadığı her deneyimde bu savaşın tablolarını gören, bununla hesaplaşan ve gözlem dolu bir gerginliği sonuna dek korkusuzca taşımasını bilen bir şair. Güçlü duyguların ani patlamalarını cepheden kaçmadan tek tek göğüsleyen... Edasız, numarasız, sahnesiz, son perdesiz... Ailenin arkadaşlığın aşkın/ ve şiirin kucaklaşarak uyuduğu/ sönmeden o en son ocağa doğru yürümeye çağıran bir şair... Ve blitzkrieg, bu ülkede hiç alışık olmadığımız, biricik bir yalansızlığın trajedisini taşıyan önemli bir şiir kitabı.
ymış. Arka kapakta böyle diyor. Ve ben de diyorum ki hadi ordan. Kim yazmış ki bunu, editör Ali Özgür Özkarcı'ymış. Günahı boynuna. Bana kalırsa, kim yazdıysa, Barış Özgür için birkaç sıfat atmış kafadan, bir de şiirlerden birinden bir-iki dize koymuş -kitabı hiç de temsil etmeyen, arkasına "yalansızlık" falan fıstık, olmuş sana arka kapak yazısı... Bu mudur yani. Bu kadar mı bu eşi benzeri olmayan kitaba.

Anlatmaya çalışayım Blitzkrieg nedir, neden kitaba isim olarak konmuş bir tesadüf değildir. Der Blitzkrieg, II. Dünya Savaşı'nda Almanların kullandığı savaş doktrinidir. Düşmanın savunma hattını yarmak, dağıtmak ve yok etmek için, yeni bir strateji geliştirmelerine izin vermeyecek bir hızda ve yoğunlukta tüm savaş makinelerinin topyekun kullanıldığı, yani allah ne verdiyse saldırılan bir yıldırım/cehennem harekatı demektir; şiddeti vurgulanmalı iyice. Polonya ve Fransa savaş tarihi iyi anlatır.

Barış Özgür hayatı Blitzkrieg olarak yaşayan bir şairmiş, arka kapak yazarına göre. Bilmiyorum, Barış Özgür hayatı nasıl yaşıyor, ama Barış Özgür şiirini hayatımıza soktuğundan beri bizim bir Vernichtungsschlacht (imha savaşı) içinde olduğumuzu biliyorum. Topyekun saldırıyor işte: bundan dolayı kitabın adını Blitzkrieg koymuş. Bütün silahlarıyla biniyor tepemize, dağıtıyor, yok ediyor savunma hattımızı; umut kırıcılık, yok yok umut yok edicilik bu, kezzapla erimiş yüzler, küçük bedenlerde domdom kurşunuyla açılmış kocaman delikler ve diğer bildiğimiz ama duymak ve görmek istemediklerimizle zorla yüzleştirerek. Zaten zar zor yaşıyoruz, dokunsalar yıkılıyoruz; ne hakla ha, ne hakla? Daha savaşamadan saldırıp yeniyor bizi.

Barış Özgür kazara karşıma çıkmasın, ağzını burnunu kırarım :) Çünkü önce o başlattı:

turizmcileri neden öldürmemeliyiz

bilemiyorum öldürebiliriz de
hayal etsenize mini şortlarla tokyo terliklerle bermudalarla
bikini üstlerinden memeleri taşanlar mı dersin
kan güneş kremi ve tuzlu sular
kaçışıyorlar çığlıklar arasında
yandaki dükkan müziği son ses açık bırakmış
o yazın en popüler şarkısı kulaklarımızda
bilmem ben belki kılıcı tercih ederim
bazılarımızda ağır makineli
bazılarımızda da muhakkak çivili sopa

peki ya hayaletleri ne yapacağız
yıkık emekli asker yazlıklarını
terk edilmiş instagram hesaplarını ne yapacağız
patlamış şişme kolluklarda kalan bir kolu
kiminle gömeceğiz kimi
ne yapacağız bu kimsesizliği
cümleler giderek uzayacak devasa otellerin harabelerine gelince sıra
geniş topraklar üzerinde yerle bir edilmiş binlerce oda
binlerce beylikdüzü binlerce zor geçmiş bir yıl
binlerce dönünce anlatılacak gece
ve düşünsenize ilerlemeyen taymlaynlarınıfeysbukların
en son yüz yirmi altı beğeni almış
henüz her şeyden habersiz
köpeğine kendini yalatırken çekilmiş fotoğrafı güzel bir kızın

ne öldürmesi olum saçmalamayın
herkes gibi yaşayayacak elbette insanlar hepimiz kadar
kalabalıklaşarak ve azalarak
intikamını alacaklar birbirlerinden herkes gibi yaşamanın
masalar donanacak elbette eski defterler açılacak
scooterlar vızıldayacak kız bacaklarında
of di mi bu yaz sivriler azıtacak
her yer rusla dolacak yabancı zannedecekler yeni saçlarınla
ülke kurtulacak terlikler şıpırdayarak
eski sevgililere birer kadeh daha dolacak
yeni ilginç yerlerle, insanlarla ve selfilerle bir sonraki yıla
sözleşecekler hayatta kalmaya
ve dönecekler kucaklaşarak herkes gibi mezarlıklarına
herkes gibi yaşamanın hayaletleri olarak

bilemiyorum işte herkes gibi bir kucaklaşma ve intikam
hayal edip durdum ben de siyasetten ve aşktan
kardeşlerimle kahramanca bir çatışma ama üniformasızız
veya eroinlenmiş gibi gülümseyerek dönmek
elimde market poşeti karımın yanına
uykuya hamaklara şezlonglara ve dalgaların hışırtısına
bırakıp kendimi yıkıp geçtiğimi kimsesizliğimi
geniş topraklar açtığımı havaya uçurmadan önce
terk edenlerle plazaları
yağan cesetler altında öpüşerek teselli edecektik
herkes gibi yaşamazlığımızı
ve kaybedecektik birbirinin peşine takıp
hayaletlerini birbirimizin
peki ya ne yapacağız dedim ben de
bu enkaz altında vatansızlığımızı
intikamsızlığımdan bir vatan hayal edip durdum
öbür yanağıma bir tokat daha
ve dayanacak bir kadın
kucaksızlığıma

herkes gibi sanıyor insan bilemiyor herkes gibiyken
göremiyor burnunun ucunu
asıl hayaletin kendisi olduğunu
ve tatile çıkaracak bir cesedi olmadığını ortada
çoktan kaybedilmiş bir cephenin altında
küçümseyerek barışmayı
çoktan başkasına aşık bir kadına gömülü
zayıf bularak kucaklaşmalarını
hayallere dalmış bir hayalet
herkes gibi sanıyor dönülecek bir ev
ve açılacak kendisine de bir mezarlık yer sanıyor
çoktan çarpılmış kapılar ardında
bozarak sessizliği
bulacakmışım gibi sanki cesedimi
ve kucaklayacakmışım gibi canlanana kadar

turizmcileri öldürmesek de olur
daha kısa şiirler de yazabiliriz bundan sonra
biliyorum üşeniyorsunuz
gözünüzü yoruyor uzun konuşmalarım
halbuki görmemiz değil
kokusunu takip etmemiz lazım
çürümüşlüğümüzün cahil kokusunu
öğretene kadar kendimize çoktan ölmüşlüğümüzü
ve çoktan terk edilmişliğimizi toprağa
rüzgara rağmen siyasete ve aşka
yakan ve kül eden şeylere
sis ve dumana
ey müslümanı bu zindanın
ey komünisti bu mağlup şehirlerin
ey romatizmalı yörüğü bozkırın ve dağların
allah aşkına şu korkaklığımıza bakın
bırakalım ve kavuşalım artık

ey nerede unuttuysak şu kayıp cesedimizi.
Blitzkrieg, s.44-48.
Barış Özgür
160. Kilometre
Şubat 2015


P.S. Geçen gün academia edu'da şöyle bir başlık gördüm ama indirilebilir bir metni, kaynağı yoktu görünürde (şaka mı, ben mi beceremedim indirmeyi anlamadım, ama başlığın gerçeklik payı da yok değil): "Okura Hareket Çeken Şiir - Bir Güncel ve Sosyallik Sorunu Olarak Türkçe Şiir". Madem Almanca'dan gidiyoruz, devam edelim: Evet, belki de bu saldıran, hareket çeken şiir, Türkçe şiirin yeni yönüdür; Zeitgeist bu yönde demek ki ve daha yenecek çok dayağımız var belli ki.






14 Mart 2015 Cumartesi

Diego Rivera ve Frida Kahlo'nun Natasha Gelman portreleri


115x153


30x23

Gördüğünüz resimler, aynı kişinin, Natasha Gelman'ın, iki ayrı ressamın elinden çıkma portreleri. Aynı yıl yapılmış, 1943'te.

Karı koca Gelman'ların Kahlo ve Rivera koleksiyonunu 2010 Aralık ayında Pera Müzesi'nde düzenlenen sergide izleme fırsatı bulmuştuk. Doğrusu ben o günlerde sergiyi, özellikle de bu iki resmi birkaç defa ziyaret etmiştim.

Üstteki resim, Diego Rivera'nın yaptığı portre Jacques Gelman tarafından ısmarlanmıştır. Rivera tablolarında sık sık tekrarlanan bir motif olan kala çiçekleri arasında resmedilen Natasha Gelman, beyaz elbisesi içinde, kendi de bir kala çiçeği olarak betimlenmiştir. Saçı, makyajı ve takılarıyla dönemin Hollywood yıldızlarıyla yarışır bir zarifliğe, güzelliğe sahiptir. Gelman'ın, Rivera'ya daha önce başka işler için de modellik yaptığı bilinmektedir.

Alttaki resim ise, Frida Kahlo'nun yaptığı, Natasha Gelman'ın kendisi tarafından ısmarlanan portredir. Diğer resimdeki erotik, ışıl ışıl, güzel ve keyifli kadından bu resimde iz yoktur. İfade serttir; hatta "bugün hiç iyi görünmüyorsun, hasta mısın" biçiminde, asıl kendisi hasta eden sorunun muhatabı olabilecek bir keyifsizlik, dudakların aşağıya doğru bükülüşünde kendini belli eder. Kaşlar, özellikle de birer boynuza benzeyen şeytani saç bukleleri, kötücül görünümü vurgular. Ten rengi cansızdır.

Başta, bu iki resimden hangisinin önce yapıldığını bilmiyorken, bu bilginin eğlenceli ve açıklayıcı olabileceğini düşünmüştüm: Rivera tablosundan sonra yapıldıysa, kıskançlığın resimle ifadesiydi Kahlo tablosu; Rivera'nınki sonra yapılmışsa eğer, sanat hamisi Gelmanlardan bir "af dileme" olarak okunabilecekti.

Sergi kataloğunda -bu kisa yazıyı bana yazdıran yeni fark ettiğim bir bilgiye göre, Rivera tablosunun Gelman koleksiyonunun ilk tablosu olduğu yazıyor; yani Kahlo'nun tablosu, onun ne kadar iyi bir portre ressamı olduğunu kanıtlarken, kıskançlık ve intikam duygularının da resmedilebilir olduğunu gösteriyor bize :)

Kahlo ise asıl otoportreleri ile ünlüdür; kendini sanatının ilk yıllarından son yıllarına kadar defalarca  resmederken, her birinde aslında kaşlar, gözler, saçlar ve takıların ötesinde duyguları resmetmiştir. Otoportreleri Kahlo'nun otobiyografisidir, anlaşılmaktan başka bir şey istemediği yaşamının hikayesidir.



11 Mart 2015 Çarşamba

Uçmayı anımsa!



Yaz(a)mamak sıkıntısı, kendini bile isteye kapattığın bir hapishane. Yapma.

Düşler uçuyor.
Yakala onları.

Düşünceler uçuyor.
Yakala onları.

Kuşlar da uçuyor. Füruğ’un kuşları: 

“... uçmayı anımsa
kuş ölümlüdür”

6 Mart 2015 Cuma

Deli Boran -5 ile hikayenin sonu ve Deli Boran örneğinden yola çıkarak halk hikayelerinin özellikleri

Baş tarafı Deli Boran -1, 2, 3 ve 4'te.




...
Gültepe'ye vardı ki dağın içinde bir pınar var. Başında çok iz var. Oraya bir evsin eyledi. Buraya bir av gelir diye beklemeye başladı. Avcı baktı ki, insan dese insan değil, ayı dese ayı değil. Bu cırtnavul diye hükmeyledi.
- Şu gelsin ellemem. Buna para bekçisi derlerdi. Şu parayı yokladığı yeri iyice öğreniyim. Ondan sonra bir kurşun sıkayım, dedi.
O demde Boran suyun başına geldi. Pınardan bir su içti. Derinden of diye bir iniledi. Elini yüzünü yudu. Gül tepesi denilen yerin başındaki taşın üstüne çıktı. Başladı sazını tın tın ettirmeye.
Avcı dedi ki:
- Bu cin olmaya cin ya, bu donunu değiştirip duruyor ya... Donunu değiştirmekle beni korkutamaz, dedi. Boran durup dururken türküye başladı. Bakalım ne demiş:

Ben de çıktım Gültepe'ye
Seyir ettim ellerine
Ağbaz ağbaz eller konmuş
Sevdiğimin çöllerine

Ağca cerenin sekişi
Sevdiğimin hub bakışı
Murat'ın coşkun akışı
Benzer gözüm sellerine

Gülüstanın gülü kokar
Hublar yanağına sokar
Murat derler bir su akar
Güvel konar göllerine

Hocam hocalar hocası
Okudum çıktım hecesi
Bu gün de bayram gecesi
Yar kına yaksın ellerine

Bunu diyen Deli Boran
Sevdiğine meyil veren
Şu işime sebep olan
Duman çöksün yollarına

"Deli Boran" deyince avcının aklına tıpadan düştü. Ayaklarını çıkardı dağa yukarı dırtmanı dırtmanı çıktı. Boran'ı arkadan ağrı hemen yakaladı.
Boran baktı ki kendini avcı tutmuş. Avcıya:
- Eline ayağına kurban olayım, beni koyver, dedi. 

Avcı da dedi ki:
- Ulan vicdansız, elin kızı senin için gözlerinden kan döküyor. Dayım da senin için öyle yaslı duruyor.
Boran dedi ki:
- Avcı, ben bunlara inanman. Tabii beni öldürmekteki maksadı kendi alacaktı. Öyle ise yedi senedir beri ne Küpeli hatun kaldı, ne de Boran'ın acısı.
Avcı yemin etti.
- Vallahi Küpeli de bir yere gitmedi. Dayın da seni öldürmek emelinde değil. Senin için ah dedikçe tütünü burnundan çıkıyor. Böyle olduktan keri seni ölsen değil, çatlasan gene götürürüm.
Elini arkasına bağladı. Boğazından da bir örme bağladı. 

Dedi ki:
- Eğer seni öldürecekse, gider görürüm. Senin için buraya yerleşip seni dağda beslerim, dedi.
Avcı bunu çekerek, evine doğru yürüdü. Halakanın itleri başına çoktular. Bu adam çadırına eletti. Çadırın direğine bunu iyice bağladı, Avradına tenbih eyledi:
- Sen bunu kaçırırsan seni öldürürüm, dedi.
Avrat fukara korkusundan ne çadırı terkedebiliyordu, ne Boran'ın yanına varabiliyordu. Avcı beyin yanına vardı. Baktı ki Irışvan oğlunun gözlerinden akan yaşlar dolu gibi gidiyor.
- Aman beyefendi, hasta mısın? Yoksa bir ağrır yerin mi var? Ne diye ağlıyorsunuz? dedi.
- Yahu avcı, dedi, ben ağlamayım da kimler ağlasın, dedi. Görüyon mu şu elin kara saçlısını, çok yok çocuk yok, böyle gözyaşı döküyor. Babası evine salıcıyım gitmiyor. Boran'ın öldüğüne kanaat getirmeyince gitmem diyor. Ne var avcı, sen de gezdiğin yerlerde bir adam üleşi bulabilirsen getir. Şu avradı başımızdan defedelim, dedi.
Avcı dedi ki:
- Efendim bunu şayet bulsam, bunu emelin öldürmek mi?
Irışvanoğlu dedi ki;
- Yahu avcı, öldürme değil, bu adamı öldürmeyi şuraya koy, bundan başka benim mirasçım yok. Bu adam hiç mi değil benim elimin altında terbiye olursa, benim yerimi issiz etmez diye umudum var idi. Allah sebebine koymasın, dedi. Şimdi elime geçerse bütün servetimi ona vereceğim.
Avcı hiçbir lafa varmadan ordan çıktı. Irışvanoğlu da arkasından:
- Dediğim haa... Dediğim haa... diye çığırdı.
Avcı eve vardı, Boran'a dedi ki:
- Ulan, yavrum, senin için dayın kan yaş döküyor. O Küpeli hatun da saçlarını yolup ağladıkça, yürek böbrek koymuyor. Seni götüreceğim, dedi
Boran dedi ki:
- Avcı kadan alayım, beni dayım nasıl olsa öldürür. Gel koyver de başımı alayım da gideyim.
- Ulan yavrum, seni öldüreceğini bilsem, beni dünya malına garkeyleseler seni götürmem. Fakat ölmiyeceğine kanaat ettim:
Boranın sırtını başını yüzünü tıraş eyledi. Ayağına şalvarını verdi. Sırtına abasını giydirip, bileğinden sıkıca tutarak Irışvanoğlu'nun yanına getirdi.
- Aha düşmanın, aha kılıcın, elinle öldür bey, dedi.
Irışvanoğlu Boran'ı görene tekli, gözlerinden öpüp:
- Yiğenim, bütün servetim senin olsun. Bana hakkını helal et, dedi.
Halk Boran tutulmuş diye, Irışvanoğlu'nun çadırının altına geldi.
Dedi ki:
- Yiğenim sana ne sebep oldu da kaçtın? Şu sebebi söyle de ben de anlayım, dedi.
- Dayım, sazınan mı söyleyim, sözünen mi söyleyim, dedi.
- Yiğenim, eğer sazınan söylersen daha memnun olurum, dedi. 

O demde beğ kalan Irışvanoğlu, hiç kimse bir yere kımıldamıyacak diye, güvendiği adamlardan nöbetçi dikti.
Aldı bakalım Boran başından geçen hikayelere ne dedi.

Efendim efendim Irışvanoğlu
Aşkın elinden de ciğerim dağlı
Yedi yıldır beri kollarım bağlı
Gümanıma bu günler de çözülür

Bu beyti söyleyince, Irışvanoğlu'nun daha yüzüne gelmeyen Küpeli hatun, Boran'ın sesi kulağına gidince, çadırın sıtırını yararak meydana çıktı. Boran'ın gözü gözüne ras gitti. Boran bunu görünce türküsüne devam etmeye başladı.

Odanda çalınsın alışkın sazlar
Bahçende yayılsın kumrular kazlar
Gördü gene Küpeli'yi şu gözler
Ah ettikçe kara bağrım ezilir

Efendim efendim benim efendim
Elbet günlerinde gamsız gezilir
Ben de hizmetinde kusur m'işledim
Şeytan var arada yoldan azılır

Boran'ım derkine böyle mi olur
Aşıklar öğüdün ustadan alır
Af eyle kulunu efendim n'olur
Beyte gitmiş gibi sevap yazılır

Böyle dedi.
Dedi ki:
- Pekiyi yiğenim. Aradaki şeytan kimse, aradaki şeytanı dilden söyle, dedi.
Dedi ki:
- Dayı, sen o gün bana üç gün izin verdin. Sonra çadırdan ayrılınca bölük kabadayısı geldi dedi ki, yavrum dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısadır, dedi. Üç gün izin de ben aldım, git altı günden gel, dedi. Altı gün sonra ben gelirken bir adam ras geldi. Bu davul niçin döğülüyor, diye sordum. Ulan yavrum, dayın seni öldürecek de onun için davul döğdürüyor, dedi. Aman beyler diyeceğine, sapa dağlar de, başını kurtar, dedi. Ben oradan kaçtım. Gültepesi'ne yerleştim. Meyve zamanı meyve yedim, ot zamanı ot yedim. Çok zaman da açlığınan geçti günüm. Sebebinin kim olduğunu bilmiyorum.
Irışvanoğlu:
- Senin sebebini ben bildim. Şu bölük kabadayısını getirin, dedi. Bölük kabadayısını getirdiler.
Dedi ki:
- Senin kafanı vurdurmam. Seni efrin cefrin öldürürüm, dedi. Bir katır getirdiler. Bölük kabadayısını boğazından bağladılar, katırın kuyruğuna. Ordaki olan çocukların eline birer teneke verdiler. Katırı koyverip, çocuklara tenekeyi çalın dediler. Tor katırın arkasında parça parça ettiler. Yeniden kırk gün toy düğün etti. Yeniden nikah yaptırıp, onlar yeyip içip mırazını aldı. Siz de alasınız. 

(Kadirli, Harkaçtığı köyünden İsmail Uz'dan derlenmiştir.) 

Derlenmiştir de, nasıl derlenmiştir?

Abidin Dino, Milliyet Sanat Dergisi'nde, 5 Şubat 1979'da şöyle anlatıyor:

"Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide bir kopup gelir Adana'ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kağıtlar üzerine yazılmış.
...
Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor  ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu.  Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma.
Kurtarmak gerekti Çukurova ve Toros doğasının, insanının söz serüvenini.
Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini 'avlıyordu'. Folklor derlemesi falan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova'nın, sorumluydu kurda kuşa karşı, şaka değil.
..."

Sadece kilometrelerce yürümek meselesi de değildir elbette, halka büsbütün yabancı birinin bu derleme işini başaramayacağını kendi birkaç günlük sözlü tarih çalışmamdan biliyorum. Köylü yabancı biriyle konuşmaz. Yani konuşur konuşur da, hiçbir şey söylemez. Vermeden almak da allaha mahsustur bir tek. O da veriyordu önce:
"Bir köye gittiğinde, Köroğlu anlatmakla işe girişiyordu. Köylü, 'Aşık Kemal gelmiş' diye başında toplanıyordu. Anlatıp bitirince, "Şimdi de siz anlatın bakalım," diyordu. Ne anlatılırsa defterine geçiriyordu..."
Bu hikayeyi tekrar okuduktan ve buraya aldıktan sonra, fazla da bir şey değil ya, halk hikayesi üzerine bildiklerimi bu hikayede sınamak istedim. Hikaye hem belirlenen evrensel özelliklere, hem de özel olarak Anadolu hikayelerinin, masallarının özelliklerine bire bir uyuyordu.

Hikayenin içeriği, bu hikayenin uzman bir hikaye anlatıcısı tarafından anlatıldığını ortaya koyuyor. Hikayedeki kişiler türkü söylemekten imtina ediyor. Türkü söylemenin ve saz çalmanın -en azından bir topluluk önünde- "aşıklara" bırakıldığı (abdalların -her ne kadar hikayede "aptallar" yazımıyla geçse de- bu işin uzmanı sayıldıkları anlaşılıyor; etimolojisini araştırıp yazıya post script olarak ekleyeceğim) açıktır.

Hikayedeki zaman kullanımı tesadüf değil. Masallarda alıştığımız -miş'li geçmiş zaman burada kullanılmıyor. Çünkü hikayeyi anlatan, dinleyiciye sanki kendi yaşamış, tanık olmuş gibi aktarıyor. Bu da anlatımı dinleyen için hikayeyi "gerçeklik" haline getiriyor ki, benimsenmenin ve kalıcılığın ön koşuludur.

Hikayenin içinde onlarca kalıplaşmış ifade, deyim, türkü, adet, gelenek ve inanış var; halk hikayelerinin de toplumsal belleğin aktarılma aracı olduğunu da biliyoruz; bundan dolayı hikayeler artık bana tıpkı, geleceğe iletmeye çalıştığımız genetik materyalleri koruyan ölümlü bedenlerimiz gibi görünmeye başladı: Hikayeler, her biri yapı bakımından birbirine çok benzeyen, akılda kalmaları için bolca tekrar ve çarpıcı unsurlar içeren zarflar gibiler. Asıl iletilmek istenenleri içlerinde taşıyorlar. Bu asıl iletilmek istenenler ise, bir toplumun kültür varlığının neredeyse bir seferde hemen hepsini kapsıyor.

Özellikle de gençler için eğitim (adetler, gelenek ve görenekler; bir toplumun ahlaki yargıları ve doğrularının belletilmesi) ve yasak savma (gerçekte toplumda yasak ya da uygunsuz olan öpüşme, sevişme gibi evlilik dışı eylemlerin -ayrıca kaçma, yalnız başına çocuk dünyaya getirme- hikayede "yaşanması" ve bunların kötü sonuçlarının "deneyimlenmesi") işlevleri var. Bunun yanı sıra hikayeler, sınıfsal farkların keskinliğini, fiziksel ve nesile ait farkların kontrastını yumuşatmaktadır; zengin-fakir, saygın-itibarsız, genç-yaşlı ve güzel-çirkin karşıtlığındaki kavramlar hikayede kolayca yer değiştirebilir durumdadır. Böylece toplumsal aidiyet ve anlayış güçlenecektir.

Eh, dinlerken ya da okurken eğlenmediğimizi de kim söyleyebilir? Daha ne olsun. Zaman içinde değişen ve aktarılan her şeyde işbaşında olan evrim sağolsun.




 

Deli Boran -4

Baş tarafı Deli Boran -1; 2 ve 3'te.

...
- Emmi bana bir kahve yap bakalım, dedi.

Kahveci kahve getirdi. Boran kahveyi içtikten sonra, çıkardı bir kırmızı lira verdi. Kahveci dedi ki:
- Oğlum, ben bunu bozamam. Benim kahvemin sermayesi bir lira yok, dedi. Boran dedi ki:
- Emmim, benim kahveye verecek başka param yok mu? Gönlümden o koptu. Onu verdim, dedi. Sen bize bir kahve daha yap, dedi.
Kahveci kahveyi yaparken:
- Oğlum, sen bir hanedan evladı görünüyorsun, dedi. Kimlerdensin, dedi.
- Babamı bildiğim yok, dedi. Fakat anam Irışvanoğlu'nun bacısı imiş.
Kahveci buna dedi ki:
- Ulan, sen Irışvanoğlu'nun yiğenisin de, koltuğu damdıralı buralarda ne geziyon, dedi.
Boran dedi ki:
- Emmi, ben de dayıma gitmek istiyordum amma, nerde olduğunu bilmiyorum. Ve de öldürür diye de korkuyorum.
Kahveci dedi ki:
- O adam seni çok aradı. Senden başka hiçbir mirasçısı yok o adamın. Sana bir de kağıt yazayım, bu kağıdı da ver. Irışvanoğlu benim bahşişimi verir.
Boran kahveyi gene içti. Bir lira daha çıkardı verdi. Allahaısmarladık eyledi. Kağıdı koynuna koydu, yola düştü. az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, günün birinde Irışvanoğlu'nu buldu. Düğnük evine vardı ki, dayısı orda oturuyor. Başında yüz, yüz elli çadırlı aşireti ile sohbet ediyorlar. Boran da vardı,meclise oturdu. Irışvanoğlu kafasını kaldırdı.
- E bire gençler, iki türkü çağırın da dinleyelim, dedi.
Meclistekiler, ben bilmem, ben bilmem, diye birbirinin karaltısına sokulmaya başladılar. O demde birisi Boran'ın sazına dokundu.
- Aman beyim, burada bir aşık var, dediler.
Irışvanoğlu yanına çağırdı Boran'ı. Baktı ki ufacık tefecik, genç bir çocuk. Bunu yanına oturtturdu.
- De bakayım oğlum, iki türkü söyle, dedi.
Aldı bakalım Boran, ne dedi:

Nazlı dostum selam salmış gel diye
Ara yerde engellerim var diye
Açtı ak göğsün bana em diye
Emdiğim aklıma düştü efendim

Nazlı dostum selam salmış gelmesin
Ara yerde engelleri duymasın
Eliminen ak göğsünün düğmesin
Çözdüğüm aklıma düştü efendim

Metini de deli Boran metini
Ne vereyim Küpeli'nin metini
Ak bilekli samur kürklü hatunu
Nişanlımı vermediler efendim

Bunun adını Boran deyince:
- Ulan, sen nasıl Boran'sın? Anayın adı neci? Babayın adı neci? Bana de, dedi.
Boran derhal çıkardı, dayısının eline kağıdı verdi. Kağıdı okuduktan kerli, meclise döndü:
- Arkadaşlar, bu işte, bizim kaçan kancığın oğlu Boran bu işte, dedi. Benim bundan başka mirasçım yok, dedi. Buna hörmet eden, bana da eder, dedi. Boran'a dedi ki: Senin türkünden ben bir şey anlamadım. Ne ise şu türkünün manası bana de, dedi.
Boran dedi ki:
- Babam öldüğünde anamın karnında imişim. benim olduğum gece komşumuzun bir de kızı olmuş. Anam beşik kertme nişanlım eylemiş. Sonra anam da öldü. Ben elin arasında kaldım. Kız da çok zengin oldu. Şimdi vermiyorlar efendim, dedi.

Irışvanoğlu dedi ki:
- Oğlum sen hiç merak etme. Onu, eğer para ile ise, terazinin bir gözüne kızlarını koysunlar, bir gözünü de  para ile tartar, alırım.

Boran dedi ki:
- Vallahi parayla vereceklerini bilmiyorum.

Irışvanoğlu'nun bölük kabadayısı:
- Beyefendi biz elin parasını yerken, biz paramızı mı yedirelim.  Bana üç yüz atlı ver, ben gider basar alır gelirim.
- Peki, dedi. Baskın davulunu çaldırmaya başladılar. Atlılar toplandı. Bölük kabadayısı bunların içinden birem birem üç yüz kişiyi seçti. Irışvanoğlu kendi atını çektirdi Boran'a.
- Bunu da sen bin, dedi.
Atlılar değnek oynaya oynaya yola düştüler. Antep'in kenarına gelince kız bunların kalabalığını gördü.
- Gene bizi deveyinen görmiye gelenler var, dedi.
Süslendi püslendi. Zülüfünü tarayıp, kendi kendine bir çekidüzen verdi. O demde atlılar yetişti. Boran'a:
- Hangi evde? diye sordular.
Boran da:
- Şu evin içinde, arasında perde var, dedi.
Kılıcını çeken evin üstüne yürüdü. Milletin haberi oldum olacağım deyinciye kadar, kızı çıkardılar. Bir ata bindirip yola düştüler. Arkadan varan millete, kimisi dönüp harbetti. Böyle böyle Irışvanoğlu'nun hududuna gelince, atlılar yığıldı kaldı. Irışvanoğlu'na gelin geliyor diye müjdeci gitti. Gelin br tarafında Deli Boran, bir tarafında da bölük kabadayısı, ikisinin arasında gidiyor. Kız şöyle baktı ki, bir yanında bir babayiğit var ki, hiç görülmüş kişilerden değil. Öte yandakine baktı ki, memleketlerindeki tanıdığı Boran.

Dedi ki:
- Yarabbi, eğer ben bu babayiğide gidiyorsam, Boran da bunların köylüsünden ise, bu adam beni öptüydü. şimdi halka malamat olurum. Eğer Boran'a gidiyorsam, ne ise kaderimi çekerim. Böyle derken bölük kabadayısı da, uşak bizim götürdüğümüz kız nasıl ola, nasıl görürüm, diye aklından geçirdi. O demde bir kasırga geldi, kızın yüzünü açıverdi ki, buluttan ay çıkmış gibi. Oğlan o tekli, bunu böyle görünce aklı bokuna karıştı. Atın boynunu kucaklayıp aşağı düşmedi. Dedi ki aklından: Boran, ben bunu sana yedirirsem, bu babayiğitlik bana haram olsun, dedi. O demde Irışvanoğlu da karşıladı. Bir çadıra gelini indirdiler. Düğünler kuruldu. Çalıp çığrıldıktan sonra, gerdek gecesi, Boran dayısının eline, müsaade stemiş de vardı. Dayısı dedi ki:
- Yürü yiğenim, Sana üç gün müsaade. Üç günden sonra gel. Arkadaşlarınla görüş, tanış, konuş, akşamleyin çadırına git, dedi.

Deli Boran dayısının elini öperek çadıra doğru yürüdü. Bölük kabadayısı dedi ki:
- Dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısa, dedi. Üç gün müsaade de ben aldım, dedi. Git altı günden sonra gel, dedi.

Çok memnun oldu. Bölük kabadayısına:
- Sağ ol, dedi.

Çadıra vardı. Üç gün kaldı.  Üç gün sonra bölük kabadayısı Irışvanoğlu'nun yanına geldi. Konuştular. Konuştuktan sonra kalkmak istedi. Irışvanoğlu dedi ki:
- E bire bölük kabadayısı, gitme. Boran da gelecek, bir iki türkü söyletip de dinleyelim, dedi.
Bölük kabadayısı güldü:
- Eğer Boran o gelinin yanından üç günde dört günde çıkarsa, ben sana ne istersen veririm, dedi.
Irışvanoğlu dedi ki:
- Eğer Boran bugün gelmezse sen de ne istiyorsan, ben de veririm, dedi.

Bunlar bir katar deveye bahsettiler. Beklediler. Akşam oldu Boran gelmedi. Sabahtan oldu, gene bahsettiler, gene gelmedi. Üçüncü gün gene bahsettiler, gene gelmeyince, Irışvanoğlu dedi ki:
- Zaten bunun anasında meymenet yoktu ki danasında olsun. Bugün cellatları çağırın, Boran'ın boynunu vurduracağım, dedi.

Meğer bunların bir yere baskın ederlerse, davul döğdürmek adetleri imiş. Adam öldürürken de gene davul döğdürürler imiş. Boran'ın altı günü yetince, dayısının yanına yürüdü. Gelirken yolda bir adamcağız ras gelip:
- Ulan, nereye gidiyorsun serseri, dedi. Dayın seni öldürecek, dedi.
Boran:
- Ne diye kadan alayım? diye şaşmaya başladı.
Öteki adam dedi ki:
- Yavrum, aman beyler diyeceğine, sapa dağlar demen yeğ, dedi.
Boran çadıra da dönmeden eğile eğile kaçtı. Gültepesi derler bir dağa yerleşti. Ay geçti, yıl geçti, Irışvanoğlu hiçbir yerden bir haber alamadı. Fakat kızın feryadından hiç duramıyordu.
Dedi ki:
- Seni baban evine göndereyim, dedi.
Küpeli hatun dedi ki:
- Boran'dan haber olmayınca, ölürsem gene gitmem, dedi.

Irışvanoğlu bunu duyunca, kızın çadırını kendi çadırına kazığa kazık bağladı.
Boran bu düstur ile yedi sene gezdi. Açık, çıplak. Sırtta pırtı kalmadı. Her yeri ayı malağına döndü. Kıllandı. Fakat elindeki sazda da bir tek tel kalmış. Böyle gün geçirirken, bir gün arefe günü, Irışvanoğlu'nun ser kaplan avcısı varmış, bu avcı diyor ki:
- El sabahtan kurban kesecek. Bizim kesecek bir şeyimiz yok.Ben de çocuklara bir av vurayım.
Beline bir örme sardı, tüfeğin fellesinin barudunu yeniledi, Gültepe'ye doğru gitti.

...
(devam edecek)