30 Aralık 2015 Çarşamba

Beden harcayıcı

Bu kısacık karlı günün büyük karı, Tomris Uyar'ın gündökümünden bir Mart günüydü. 20 Mart 1975:
Katırtırnağı, ebegümeci, radika, krizantem, ıtırşahi, süsen, nergis... Hepsi sevdiğim ama bir bakışta tanıyamadığım otlar, çiçekler. Bakara gülleri ve karanfil değil, menekşe ve papatya. Hayvanlardan, kanaryalarla muhabbet kuşları değil, kedilerle atlar. Madenlerden, bakır. Sonra yer döşekleri, su küpleri, top­rak sigara tablaları. 

Sonra, tenlerine değen madeni altından değil, gümüşten seçenler, kendi tenleri kokanlar; yol almaktan korkmayanlar, göçebe olanlar; "menkul" eşyalarıyla, şemsiye, mendil, çakmak gibi ufak fazlalıklarını bile durmadan yitirenler; para sayama­yanlar; biraz şaşkın, oldukça uyumsuz kaçanlar; gelişkin aletle­ri kullanamayanlar, uzayı umursamayanlar ama yerli filmler­de gözleri dolanlar, dolmuşlarda ve otobüslerde halkımızca ha­yat hikayesi dinleme uzmanlığına atanmışlar. 

Gülmeyi, paylaşmayı, sevmeyi bilenler; yemek pişirmeyi ve iyi yemek yemeyi uzun sofralarda, geniş tabaklarda; sevi­şirken öleceklerini sanacak kadar haz duyanlar, çok çocuk is­teyenler, çocuklarca seçilenler; unutmayanlar, ananlar, sızlan­mayanlar; dünyaya ve sevdiklerine kaptırdıkları şeylerin çete­lesini tutmayanlar, hep kazançlı, hep borçlu çıkanlar son he­saplaşmada. 

Gizlenmeyenler yani, gözden çıkaranlar, vericiler; sağlıkla­rını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaç­mayanlar, rüzgarda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabi­lenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları. 

Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler; evlerine sığınıla­bilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle. 

Yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler. 

Tomris Uyar
Gündökümü I
s. 11-12

29 Aralık 2015 Salı

yoo yoo

Yoo hayır.

Beni kendinize benzetemeyeceksiniz.

Her seferinde yanılsam bile, ki yanılıyorum, bile isteye insanlara inanmaya, güvenmeye devam edeceğim. Yaralarımı göstereceğim, zaaflarımı göstereceğim, içimi açacağım sonuna kadar. İster yaralarımı daha çok acıtsınlar, ister ki içime girip talan etsinler...

Her seferinde, sanki daha önce hiç kandırılmamışım gibi güveneceğim.

Beyan esastır, ben ona bakacağım. Yanlış ya da mübalağalı beyan, kişinin kendiyle vicdanı arasındaki mesele. Ben onu düşünemem, düşünmek istemem. Yoksa kendim olamam ki...






19 Aralık 2015 Cumartesi

Neşemi kaybettim, hükümsüzdür



"Küçük Bedford Sokağı’nda nakliye kamyonları trafiğe takılmıştı. Su idaresi ana hat arayışıyla Father Demo Meydanı yakınlarını kazıyordu. Broadway’den karşıya geçip 25. Cadde’den kuzeye yürüyerek Sırpların koruyucu azizi Aziz Sava’ya ithaf edilmiş Sırbistan Ortodoks Kilisesi’ne yöneldim. Daha önce defalarca kez yaptığım gibi alternatif akımın koruyucu azizi Nikola Tesla’nın, kilisenin önünde yalnız bir gözcü misali yer alan büstünü ziyaret etmek üzere durdum. Bir Con Edison kamyonu tam karşıma park etti. Hiç saygı yok, diye geçirdim içimden.
-          Seninkiler de dert mi zannediyorsun? dedi bana.
-          Tüm akımlar size çıkıyor Bay Tesla.
-          Hvala!* Sana nasıl yardımcı olabilirim?
-          Ah, yazmakta güçlük çekiyorum. Atalet ve endişe arasında gidip geliyorum.
-          Ne yazık. Belki de içeri girip Aziz Sava için bir mum yakmalısın. Gemiler için denizdeki fırtınaları dindirir.
-          Evet, belki de. Dengemi kaybettim. Sorun ne bilmiyorum.
-          Neşeni kaybettin, dedi hiç tereddütsüz. Neşemiz olmadan ölü sayılırız.
-          Tekrar nasıl bulacağım peki?
-          Neşeli olanları bul ve onların kusursuzluklarına dal.
-          Teşekkür ederim Bay Tesla. Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?
-          Evet, dedi, birazcık sola kayar mısın? Gölge ediyorsun."



* Sırp-Hırvat dilinde, Slovence ve Boşnakçada “teşekkür ederim” anlamına gelen söz.

M Treni
Patti Smith
s. 78


17 Aralık 2015 Perşembe

phantom pain






Phantom pain is pain that feels like it's coming from a body part that's no longer there (örnek: kalbin yerinde olmaması ama yine de ağrıması). Doctors once believed this post-amputation phenomenon was a psychological problem, but experts now recognize that these real sensations originate in the spinal cord and brain.

envanter



M Treni -Patti Smith (hayatının, düşlerinin, romantizmin, sıkıntı ve umudun, "hiçbir şey"in anlatısı)
Düş Dokumacısı -Douwe Draaisma (körler düşünde ne "görür"?; düşler ve beynin işleyişi)
Stadt des Flaneurs -Walter Benjamin (Berlin yadigarı; 1900'lerde Berlin'de çocuk Benjamin)
Ritual -Barry Stephenson (a very short introduction to the subject)
6 renk fineliner (heves edip alınmış ve kullanılmamış, kurumadan kullansana salak)
2 kurşun kalem (ÖSYM şeffaf kutusunda, arkası artık ısırılmayan)
silgi, 2 kalemtraş? (yanlışlar mı doğrulardan çok, doğrular mı yanlışlardan)
WD Harddisk (canımdır, canım kalsın)
Fişler, slipler (çöp evin temel harcı)
Faturalar (ödenmemiş, ne zaman ödenecek allahın bildiği)
Diş macunu (az kullanılmış)
Diş fırçası (az kullanılmış)
Ped (yarım paket)
Alka-Seltzer
USB kablo
Kredi kartları
Paso (42 yaşındayım, zafer ve lanet)
10 TL (10 ya da 5 TL ayarında para ile gezdim ömür boyunca, hiç de darda kalmadım, bir keresinde 10-15 km yürümüştüm yalnızca; gençtim ve yazdı)
4 adet USB stick (irili ufaklı, ağzına kadar dolu)
Milli piyango bileti (ya çıkarsa)
Jaegermeister (nane likörü, canodan armağan; cep kanyağı niyetine -içmelik değil taşımalık)
Adanın anahtarı (gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür)
İşyerinin anahtarı (hafta sonu saadetinin anahtarı)
Bodrum Deniz Müzesi broşürü ve bileti (hatıralar candır, kuzen daha candır)
Prozac
Rimel, göz kalemi (bok var; sürsen ne sürmesen ne)
Bere (ucunda ponpon olan, Hüdaverdi tipi)
Kulaklık (paradan pasodan kimlikten her şeyden değerli, kıymetlim; evde unutmuşsam gider bir tane daha alırım, onsuz olmaz)
Fosforlu highlighter (umudun altını çizmeye)
Bozuk para çantası (boş, çünkü hepsi cebimde)
İmzalı kitap ve takı (arkadaşıma hedaye)
Zığara, ama çakmak yok (bok var)
Zığara paketine sokulmuş Rasputin Bar magneti
Not-referans kartları
Tuz
Kolonyalı mendil (tekli ve 15li bitmek üzere olan paket)
Deo-roll on
Ağrı kesiciler ve kas gevşeticiler (muhtelif)
Mürekkepli kalem
Çiğ badem (yemek yemeyi unutursam mideme giren olası krampı giderme babında)
Kredi kartı ekstresi (yüklü)
Saklama kabı (iki gün önce işyerine götürdüğüm haşlanmış yumurtanın kabukları içinde olduğu halde)
Toka (tokadan başka her şeyi takıyorum kafama, bu işte bir terslik var)
Ciklet (naneli)
Çöpler (ciklet kağıtları, kağıt mendil, ne idüğü anlaşılmayanlar...)
Kırıntılar (kaynağı belirsiz)
Bolca mite (tahminen)

Umberto Eco'nun Genç Bir Romancının İtirafları'nı okuduktan sonra listelere başka bir gözle bakmaya başladım. Liste varsa ya da oluşturulabiliyorsa bir anahat da vardır ya da olur; o varsa da konu ve akış sıkıntısı yoktur. Bahsettiği listeler gerçi yukarıdaki gibi bir şey değil ama... belki bunlar onun "kaotik listeler" başlığı altına girebilir.

Bayılıyorum listelere.








15 Aralık 2015 Salı

bir insanı sevmekle bitiyor her şey



"...Bugün artık biliyorum: hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız."

Aslı Erdoğan
Kabuk Adam

14 Aralık 2015 Pazartesi

wings of desire




Zaman her yarayı iyileştirir. Ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa? Sanki bazen hayata devam edebilmek için eğilmek gerekiyor. ....

Sanki acının bir geçmişi yok. Her şey gerçek olamayacak kadar güzelleştiğinde bitiveriyor. ....

Nereye gidersen git, sonunda duvara varıyorsun. ....

Yalnız ve ciddi değildim hiç. Zaten zaman ciddiyetsizdir. Hiç yalnız kalmadım. Ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken... Aslında artık yalnız olmak isterdim. Çünkü yalnızlık şu demektir: "Artık bir bütünüm."

Der Himmel über Berlin, 1987

10 Aralık 2015 Perşembe

Karl Marx'tan Jenny Marx'a mektup

Canım Sevgilim,

Sana gene yazıyorum; çünkü yalnızım ve sen hiç bilmeden veya işitmeden veya bana yanıt veremeden kafamda seninle sürekli diyalog kurmak beni rahatsız ediyor. Portrenin bu kadar kötü olması pek işime yarıyor ve Meryem Ananın en çirkin portrelerinin, “kararlı Madonna”ların bile, neden iyi portrelerden daha çok ve tükenmez hayranlar bulabildiğini şimdi kavrıyorum. Bu kararlı Madonna resimlerinden hiçbiri, senin gerçekte yaşlı değil de asık yüzlü olan ama sevimli, tatlı, öpülesi “dolce”[82] yüzünü hiç yansıtmayan fotoğrafından daha çok öpülmüş, koklanmış ve gözlerle okşanmış değildir. Yanlış resmedilmiş gün ışıklarını düzeltiyorum ve anlıyorum ki, lamba ışığından ve tütünden pek bozulmuş gözlerim yalnız düşte değil, uyanıkken de resmedebiliyorlar. Etinle, kemiğinle karşımdasın ve seni kollarımda taşıyorum, tepeden tırnağa öpüyorum; önünde diz çöküyor ve inliyorum: “Madam, sizi seviyorum”.

Ve sizi Venedikli zencinin her zaman sevdiğinden daha çok seviyorum. İki yüzlü ve kötü dünya bütün karakterleri iki yüzlüce ve kötü algılıyor. Beni karalayan bunca kişiden ve yılan dilli düşmanlarımdan hangisi beni ikinci sınıf bir tiyatroda birinci aşık rolünü oynamaya içten eğilimli olmakla kınadı? Oysa gerçek budur. Alçakların mizah yeteneği olsaydı, “üretim ve değişim ilişkilerini” bir yana ve beni senin ayaklarında öbür yana resmederlerdi. Altına da "Look to this picture and to that" [83] yazarlardı. Ama onlar aptal alçaklardır ve aptal kalacaklardır, in seculum seculorum.[84]

Bir süreliğine evde olmamak iyidir; çünkü o zaman bazı şeyler birbirinden daha iyi ayırtedilebilir. Yakından incelenen küçük ve gündelik şeyler kocaman olurken, yakında bulunan kuleler bile cüce görünür. Tutkular da böyledir. Yakınlıklarıyla insanın göğsünü sıkıştıran küçük alışkanlıklar gözden uzaklaşır uzaklaşmaz, tutkusal biçime bürünür, yiterler. Yakınında bulunmak nedeniyle küçük alışkanlıklar biçimine bürünen büyük tutkular, uzaklığın büyülü etkisiyle büyürler ve yeniden doğal büyüklüklerini alırlar. Benim aşkım da böyle. Yalnızca düşümde bile olsa benden uzaklaşmış olman yetiyor ve hemen anlıyorum ki güneş ve yağmur bitkilerin gelişmesine nasıl yarıyorsa, zaman da aşkımın büyümesine öyle yarıyor. Sana olan aşkım, senden uzaklaşır uzaklaşmaz ruhumun bütün enerjisinin ve gönlümün bütün karakterinin toplandığı bir dev gibi görünüyor. Kendimi gene insan olarak duyuyorum, çünkü büyük bir tutku duyuyorum; modern eğitimin nesnel ve öznel tüm etkileri bizi kuşkucu kılmış,  her şeyi küçük, önemsiz, sıkıcı ve belirsiz görmeye sevk etmiştir. Ama aşk, Feuerbachvari insana, Moleschottvari madde değişimine, proletaryaya duyulan aşk değil, tersine, sevgiliye ve özellikle de sana duyulan aşk, insanı yeniden insan yapıyor.

Gülümseyeceksin, tatlı sevgilim ve bütün bu belagate nasıl vardığımı soracaksın. Ama senin o tatlı ve temiz yüreğini yüreğime bastırabilseydim, susardım ve bir tek söz söylemezdim. Dudaklarla öpemediğim için de yazıyla öpmem ve sözcüklere başvurmam gerekiyor. Gerçekte şiir bile okuyabilir ve Ovid’in “Libri Tristum”una, gönül acısının Almanca kitabına uyak bile düşürebilirdim. Onu yalnızca İmparator Augustus sürdü. Oysa beni sen sürdün, ve Ovid bunu bilmiyordu.

Dünyada gerçekten birçok kadın var ve onların bazısı da güzel ama kırışıklarında yaşamımın en önemli ve en tatlı anılarının izlerini yansıtan bir yüzü bir daha nerede bulurum? Sonsuz acılarımı, yerine konmaz yitiklerimi bile senin tatlı yüzünde okuyorum, ve senin tatlı yüzünü öpünce, acıyla öpüşüyorum.

Onun kucağına gömülmüş, onun öpücükleriyle yeniden dirilmiş” – yani senin kucağına ve senin öpücüklerinle; Brahmanlara ve Pitagoras’a yeniden doğma öğretilerini ve Hıristiyanlığa yeniden dirilme öğretisini bağışlıyorum…

Hoşçakal tatlı sevgilim. Seni ve çocukları binlerce kez öperim.

Karl’ın


[82] tatlı
[83] Bir bu resme, bir de şuna bakın
[84] Yüzyıllardan yüzyıllara.

K. Marx, “Brief an Jenny Marx vom 21. Juni 1856 aus Manchester”.
Marx-Engels, Werke, Band 29, Berlin 1963, s. 532-536.

7 Aralık 2015 Pazartesi

ada(m) -2

kitabı koydum kenara, gözlerim kapandı. galiba 11e geliyordu. kafamda bere, ayağımda yün çorap, üzerimde birkaç kat yorgan, yün battaniye. üç buçukta uyanana kadar iyi uyumuşum. hiç de üşümedim. götürdüğüm elektrikli battaniyeyi bile kullanmadım, gerek görmedim. oysa soğuktu epey.

gözlerimi açınca nerede olduğumu anlayamadım önce, birkaç saniye. yüzüm bahçeye dönükmüş de; anlamam nispeten kolay oldu. yoksa duvarlarla işim zordu. camın kenarına bir kedi tünemiş, içeriye bakıyordu. ikimiz de birbirimizin yerinde olmak istiyorduk sanırım. neden sonra, yaprakların hafif hafif kımıldamasına bakarken, tekrar dalmışım. sabah olmak üzereydi.

sabah saatin alarmı çaldı; komşular kalktı; işine gidenler gitti, giderken bayağı bir gürültü de etti; annem aradı; sonra biri ağaçları budamaya girişti; bir diğeri odun kırdı; martılar avazları çıktığı kadar bağırdılar; kediler tepemde, çatıda tepindi, zalımca çiftleşti, kiremitler yerinden oynadı; ama ben tınmadım. eşşek gibi yattım. malak gibi yattım. öküz gibi serildim. manda gibi yuvarlandım. yattım yani. yıllar var ki 12 saate yakın yatmadıydım. bugüne kısmetmiş.

başucuma 1,5 litrelik bir su, ekmek, bir de kitabımı almıştım, sabaha karşı. arada tedariklendim. 11i buldum böylece. sonra kalkıp hızlıca giyindim. bahçeye çıktım. hava çok güzel. kendi mikrokozmosunu yaratmış olan yaprak yığınlarına bi göz bi de tekme attım. sizden mi korkucam?

dün akşam gün batarken gördüğüm, "gün ardına baktı" dedikleri doğru çıktı eskilerin, tabii ki. güneşli, durgun bir gün daha. hemen evden kıyıya doğru kopup aktım.

işlerime baktım, halledemedikten sonra, biraz vakit geçireyim, kahvemi içeyim diye bir yere çöktüm. yanıma kitap almamışım, el mecbur manzaraya baktım. o şiiri okuduktan sonra her manzara söz konusu olduğunda olduğu gibi, yine o şiiri hatırladım:

Ne yaklaşıyor
ne de uzaklaşıyor
ağustos sisinde
gözlerimle tutuyorum onu
gelincik tarlasının üstünde
kımıldamaya cesaretim yok
gereksiz düşüncelerimle
rüzgar esmesin diye


çünkü manzara onsuz olamaz
hissediyorum

Aksinia Mihailova /Şiirler
Çev. Zeynep Köylü 

canım, balım, deste gülüm, mor sümbülüm adamda, çok af buyursunlar ama, esnaf kazıkçıdır yani. şimdi her taraf market doldu, küçük esnaf battı, hiç bakkal kalmadı, ben de mutsuzum (bkz. galeri celal isimli yazı) fakat gel gelelim bu bilgi, cebinde çok paran yoksa, elzem bir bilgidir; bir şeye kalkışmadan önce çok düşünmek, pek çok düşünmek, taşınmak, danışmak gerekir. ben de öyle yaptım. kahvemi bitirince çarşıyı bi tavaf ettim. sordum soruşturdum. henüz bir şey elde edemedim; ben de eve döndüm, yapraklarla boğuştum, güreştim. onlar kazandı.





6 Aralık 2015 Pazar

ada(m)

deniz çarşaf gibi. gün batıyor. radyoyu kapattım. kafamın gürültüsüyle bir arada olmuyor. hani evde radyo açıkken biri gider üstüne bir de televizyonu açar. öyle.

gittim bir çay bir çizi aldım. çay bitti bir daha aldım. onu da içtim bir tane daha almaya gidiyordum ki "alayım abla" diye elimden kaptı bardağı büfeci, "bir tane daha alacaktım" demedim, diyemedim; döndüm oturdum kös kös.

gün batıyor; ben çocukken böylesine "gün ardına baktı" derlerdi. derler miydi? bana şu an her şeyin oluru var gibi geliyor. birbirine geçişli. hani sulu boyayı fazla sulu yaparsın da renkler birbirine karışır, kağıt yamulur, sinir bozar. öyle.

gün ardına bakarken ben de ona bakıyorum; bu kızıllık demekmiş ki -ben çocukluğumun laf dinlemelerinin yalancısıyım- yarın da hava açık ve güzel olacak. rüzgar da yok. marmara deniz değil sanki bir göl.

bön bön bakarken heybeliye yanaştık. sonra da çarçabuk geldik bizim adaya. biraz daha uzun sürseydi ya. biraz daha'dan kasıt? "sonsuza kadar gidebilirdim halbuki" hissi gelip geçiyor içimden. dışımdan. birbirine geçişli...

kış olduğu için doğru dürüst yolcu yok ve tekne küçük, bunun için oturduğum yerden bakınca ada sanki daha büyük görünüyor; öyle görününce de şu tropik volkanik adalar gibi geliyor bana, kıyıdan dimdik yükselen... oysa minicik adam benim, minicik Büyükadam.

adayı çok sevenler cemiyeti üyeleri bile bu mevsimde aksatmadıkları hafta sonu kalmalarından dönerken ben adaya gidiyorum; herkes gider mersine...

ne kadar ıssız, o kadar iyi.







4 Aralık 2015 Cuma

İkircikli Biricik



Bazen susulur, metin kendini takdim eder:

"... Mekanın kurucusu ihtiyar belirdi. Hemşin çınarı gövdesi ile geçti masanın diğer ucuna oturdu. Bu masa, servis dışı saatlerde personelin, mekan sahiplerinin masasıdır.

Mutfak tarafına baktı, kasada işi çekip çeviren oğullarına baktı. Nihayetinde bana döndü, "Nasılsın?" dedi ses telleri bitmiş bir gırtlak ile.

O sesin bir alt tonu eskiden dolmuş durağı kahyalarında olurdu. Dolmuş müşterisini toplamak için, "Gassaray Gassaray" şeklinde çığırdıklarında; ses biraz metalik, biraz ses telleri bitik, biraz sigara, biraz Güzel Marmara şarabı veya paşa gönlü ne çekerse, ama gırtlakta var bir düğüm, ses o düğümü aşarken yolda yanıyor.

'Teşekkür ederim iyiyim. Siz nasılsınız?'

'Boşver,' dedi eliyle. 'Amaan,' der gibi, 'ben de bu dünyaya geldim geleli, emaneten bir don giymişe döndüm,' der gibi, 'geldik gidiyoruz,' der gibi.

Bu hareketi sık yapar. Bana zamanı sallıyor gibi gelir o el öyle yapınca. Görmüş geçirmiş adam. İkinci cihan harbi arefesinde, Trabzon limanından gemi ile gencecik bir delikanlı olarak gelmiş. Mason locasının arka sokağında bira, şinitsel veren bir mekan varmış. Mekan sahibi Bay Fischer çocukları ile Almanya'dan gelmiş. Belki de Gamalı Haç'tan kaçmış.

Bay Fischer'in yanında bulaşıkçılığa başlamış. Bu esnada mesleki terbiye, iş disiplini almış. İşin gidişatına bakmış, bulaşıktan ziyade servise yatkın olduğunu düşünmüş. Düşüncesini gerçekleştirmeyi denemiş. Allah, Hızır ve Odin, onun düşüncelerini gerçekleştirmeyi deneyen bir insan olmasından hoşnut olmuşlar. İşini rast getirmişler. Genç yaşında Postacılar Sokak'ta Hristaki Taverna'da şef olmuş. Oradan yürümüş, 1954'te Demokrat Parti devrinde, Baba Nişan adlı Ermeni'den bu mekanı almış. Alış o alış.

Bir gün bana, "tükenmez" adlı bir meze'den söz etti. Savaş, kıtlık, yokluk günlerinde bir tepsiye su doldurup, ortasına bir kalıp beyaz peynir yerleştirip, peynir yağını suya bırakırken ekmeği banıp, arada peynir tırtıklayıp, su azalınca ilave edip...

Kapı açıldı, iki kadın bir adam belirdi. İhtiyar, kadınları görünce canlandı. Kalktı yanık sesi ile şakıdı. Aldı müşteriyi, götürüp bir masaya oturttu. Ayrılmadı bir süre masanın başından. Sağa sola parmak şıklattı servise gaz verdi. Veya kadınlar hoş, güzel idi, ihtiyar kendine gaz verdi. Veya zamanı salladı.

'Yaşlı erkeklerde hayat enerjisi üretme halleri' şeklinde bir fikir gezdirdim. Hemşin çınarı ihtiyar ile Marcello derler çapkın bilinir bir İtalyan'ı zihnen yan yana getirdim. Birbirlerinin dilini bilmiyorlardı ama kadeh tokuşturmayı ve kapıdan giren kadınları karşılarken ışıldamayı biliyorlardı.

Cep telefonuma mesaj geldi. 'Köprücük kemikleri belirgin kadın' doğum günümü kutluyor.

Başka zaman olsa, 'ne gereği var, ayrıldık ya biz' şeklinde kaşıntım tutardı. Fakat bu akşam ruhen güzelim. İyi kötü bir denge tutturmuşum. Kendimi bile bağışlamışım. Telefon açıp 'teşekkür ederim' diyebilirim.

'Teşekkür ederim. İncittiğim için özür dilerim. Esasen bende oldum olası, 'ulan bu hayatta bir şeyler eksik' duygusu vardır. İçimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp 'acaba pencere mi açık?' diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan sürekli bir esinti vardır. Bu ruh keli bende mi var veya hayat mı böyle? Bilemedim? Bu soruya bir cevap bulamadım, bulup tamam olamadım. Sizi mesud edemedim. Sizi de benim bu hallerim sarmadı....'

...

Yakın bir arkadaş, adı lazım değil, çok gerekli ise zamanlaması itibariyle 'kaderin cilvesi' diyelim, yanında karısı ve bir arkadaşı ile belirdi. Severim kendisini ve ailesini. Rahmetli pederi, kış vakti Tarabya'dan denize girenler cemiyeti mensubuydu. Cemiyet dediğim neticede 3 arkadaş idi. Kalktım ayakta selamladım.

'Niye kapı ağzında oturuyorsun?'

'Kapı ağızlarını severim. Her an kaçıp gidebilmek ihtimalini diri tutar,' dedim.

Gülerek söyledim. Bazı şeyler gülerek söylendiğinde sorgulamadan geçiştirebileceğimiz tabii bir şey oluyor.

Gidip masalarına oturdular.

İç sesim, 'O yar'e mektup yazdın, yollayamadın,' dedi.

Hatırlatma yerindeydi. Bir cevap vermek gerekirdi. Cevaben telgraf çektim: 'Teşekkür ederim.'

'Kibarlık, bazı hallerde samimiyetsizlik olabilir,' dedi iç sesim.

Haklı. Ama konu bu değil."

İlhami Algör
İkircikli Biricik
İletişim Yayınları, 2015

28 Kasım 2015 Cumartesi

bir cumartesi akşamı





“ben yokum desem kimse bırakmıyor
yokum diyorum inanmıyorlar
yokum diyorum bulup çıkarıyorlar
yokum…”  

__ Turgut Uyar




hava döndü. o kadar hızlı yürüdüğüm halde, terlemek bir yana üşümemeyi zor becerdim. rüzgar sertleşmiş. ama hoşuma gitti. ev hiçbir şey değilse bile sıcaktır şimdi.

bir saniye duraksadıktan sonra, anahtarı kilide soktum. kapıyı kapayınca sırtımı dayadım ve çöküp oturdum yere. botlarım ayağımda. mutfak görünüyor oturduğum yerden; tezgahın üstünde kirli tabaklar, tabaklar, bardaklar... onları görünce, "yüzmek" ve "arazi olmak" deyimleri geldi aklıma yıllar sonra, garsonluk günlerinden kalma. yüzmek, kısaca hiçbir işe yetişememek demektir: barda temiz bardak kalmamıştır, kül tablaları dolup taşmıştır, biri su, biri bira, bir diğeri buz istiyordur ve aynı zamanda yemekler dağıtılmak için mutfakta bekliyordur. bir tarafın açık kaldıysa rahatlıkla kabus olarak görülebilecek bir manzara. arazi olmak ise, sen "yüzerken" uyanık bir arkadaşının bütün bu hengamenin ortasında sigara içmeye ya da bir kadeh bir şey yuvarlamaya kaçmış olmasıdır.

çok koyuyor ya, koymuyormuş gibi yapıyorum. hayattan dayak yiye yiye dayak arsızı olmuşum. işi bileceksin, ama işe gitmeyeceksin. lafı geldi aklıma nedense, kendi kendime sırıttım. maharettir bu: sırıtırken içime ağlayabiliyorum.

-bu yaşa kadar öğrene öğrene bunu mu öğrendin? deyince içimdeki ses,
-hee, ne olmuş? dedi kendim, bana. gayet başarılı. gözyaşlarını dışarı akıtmak yerine, gözyaşı kanalı mıdır nedir, oradan genzine gönderebiliyorsun. oh. tuzlu tuzlu. iş mesaisi, ev mesaisi. görev başında ağlanmaz ki.

-dayak yememeyi öğrenseydin ya, içine ağlamayı öğrenene kadar, dedi kendim.
-öğrenemedim işte, dedim.

...
...
...
...

burada, kapının dibinde oturuyor muyum gerçekten, çünkü bana benzeyen biri çorba karıştırıyor ocakta. bir yandan da bulaşıkları yerleştiriyor.

...

ben de gideyim balkonda bir sigara tüttüreyim bari: camları aç, sigaranı yak. deriiin bir nefes çek ve ulaştırabildiğin en uzak noktaya üfle.

üfledim. yani. herhalde. mutfaktan, kaşığın çelik tencereye çarpınca çıkardığı ses geliyor.

26 Kasım 2015 Perşembe

Uyu öyleyse

Uyu öyleyse...

Uyu öyleyse, ben uyanık kalırım.
Yağmur doldurur testiyi, biz boşaltalım.
Bir kalp oluyor gece, oyulan bir kalp hem de-
elbette çok geç, kesip atmaya

Öylesine kar beyaz, gece yeli, saçların!
Beyaz, kaybettiğim,
ve beyaz, bana kalan!

Saatleri sayıyor o, bense yılları.

Yağmuru içmiştik, içmiştik yağmuru.

Paul Celan


SO schlafe…

SO schlafe, und mein Aug wird offen bleiben.
Der Regen füllt’ den Krug, wir leerten ihn.
Es wird die Nacht ein Herz, das Herz ein Hälmlein treiben –
Doch ists zu spät zum Mähen, Schnitterin.

So schneeig weiß sind, Nachtwind, deine Haare!
Weiß, was mir bleibt, und weiß, was ich verlier!
Sie zählt die Stunden, und ich zähl die Jahre.
Wir tranken Regen. Regen tranken wir.

Paul Celan

21 Kasım 2015 Cumartesi

Alevi kaynaklarını, tarihini ve tarihyazımını yeniden düşünmek


Hem özel ilgi duyduğum, hem de tezimde yer vereceğim için son birkaç yıldır Alevilik ile ilgili yayınları takip ediyorum. Makale düzeyinde pek fazla değil ama, çıkan kitaplardan genellikle haberim oluyor. Benim için gerekli, önemli olduğunu düşündüğüm kitaplardan küçük ama değerli bir toplam biriktirdim. Bu seçimi yaparken de hepsi sosyal bilimsel olmasa da görece bilimsel yaklaşımla yazılmış olanları dikkate aldım. İlahiyat yazınına da bir iki tanesi dışında pek girmedim.

Birkaç gün önce, Ayfer Karakaya-Stump'ın kitabına rastladım. Karakaya-Stump bu kitapta, daha önce başka yerde yayımlanan makalelerinin yanı sıra, başka yerde yayımlanmamış olan doktora tezinden bir bölüme de yer vermiş. Cahil cesaretim bağışlanacak olursa, şimdiye dek elimden geçen yayınlar içinde bu kitabın derhal çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.

Karakaya-Stump, doktorasını Cemal Kafadar ile birlikte, Harvard'da yapmış. Kafadar bu kitap için "Aleviliğin oluşumu ve Osmanlı tarihi içindeki yeri hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler bu kitabı okumalı; bu konularda bilgi sahibi olduğunu düşünenler mutlaka okumalı. Ezberbozan kelimesinin tam yerini bulduğu nadir bir örnek" diyor.

Yazar giriş bölümünde, tam da Kafadar'ın tanımladığı şekilde, aşağıdaki genel kabul gören başlıkları sorguluyor:

"Alevi tarihinin yazılı kaynakları yoktur"

"... Alevi tarihinin az ya da çok yazılı kaynaklarının var olduğu tespiti, Alevi geleneğinde sözlü aktarımın önemini sorgulamak anlamına gelmediği gibi, tarihçiler arasında halen sıkça rastlanabilen yazılı olanın fetişleştirilmesi eğilimiyle de ilişkilendirilmemelidir. İster Alevi topluluklarının kendi içinden çıkmış, ister devlet kurumlarınca düzenlenmiş olsun, konuyla ilgili kaynakların tarihsel bağlamlarında ve eleştirel bir gözle okunması ve anlamlandırılması gerektiği aşikardır. Bu meyanda söz konusu kaynakların arka planlarındaki ve hedeflerindeki siyasi ve kültürel değerler ve geçmişe dair bize sundukları resmin sınırlılığı ve seçiciliği, hiç şüphesiz üzerinde titizlikle düşünülmesi gereken hususlardır. Her türlü yazılı kaynak için gösterilmesi gereken bu hassasiyet ve titizlik, konu Alevilik gibi mistik/batıni nitelikte ve yasaklı bir inanç sistemi olduğunda daha da büyük önem kazanmaktadır. Dolayısıyla Alevilikle ilgili kaynakları değerlendirirken, "tehlikeli" addedilen kimi inançsal öğelerin yazıya dökülmesinden imtina edilebileceği, bu konularla ilgili sembolik ve muğlak bir dil kullanılabileceği, hatta genel geçer terminolojiye farklı anlamlar yüklenebileceği olasılıkları göz ardı edilmemelidir."

"Alevilik senkretik/heterodoks bir inançtır"

"...Senkretizm teriminin Alevi-Bektaşi çalışmalarında kullanımını sorunlu kılan husus, yüklenen anlamın menfiliği veya müspetliğinden ziyade kavram olarak açıklayıcı gücü olup olmadığı ile ilgilidir. Bu noktada göz önüne alınması gereken, modern tarihçilik açısından aslında tüm inanç sistemlerinin kendinden önce gelenler üzerine inşa edilmiş ve bunlarla iç içe geçmiş olduğu, dolayısıyla bu manada ve son kertede hepsinin "senkretik" yapılar içerdiği gerçeğidir.

...Aleviliğin tarifinde sıklıkla kullanılan, ama izahtan çok perde işlevi gören bir diğer yüklü kavram, "heterodoksi"dir. Hıristiyanlık bağlamında kilisenin belirlediği "ortodoksi"den, yani "doğru öğreti" çizgisinden sapan, "yanlış öğreti" sahibi "sapkın" gruplara kilise erbabının verdiği bu sıfat, her ne kadar günümüzde sıklıkla tırnak içine alınarak, hakim veya ana akım din anlayışından ayrışan alternatif yorumlar şeklinde nötr bir manada kullanılmaya çalışılsa da bagajında taşıdığı normatif yargıdan hiçbir zaman tümüyle kurtulamamaktadır. Tıpkı senkretizm kavramında olduğu gibi, heterodoksi kavramı da bir inanç sisteminin kendi bütünselliği içinde ve içsel bir bakışla anlamlandırılması yerine, norm kabul edilen başka bir inanca nispetle, ondan farklılaştığı noktalar üzerinden, seçici ve dışarıdan bir gözle tarif edilmesi sonucunu doğurur..."

"Alevilik göçebe Türkmenlere özgü bir halk İslamıdır"

Karakaya-Stump, bu kısımda Köprülü formülasyonunu ve yaratılmak istenen "yüksek İslam" "halk İslamı" hiyerarşisini sorguluyor. Bu başlık altında yazar, ikili karşıtlıklar üzerinden (heterodoksi-ortodoksi; yüksek İslam-halk İslamı; karmaşık-iptidai) kurgulanan formülü açımlamakta ve hem belgelere hem de gözlemlere dayanarak aksayan yönleri çarpıcı şekilde vurgulamaktadır:

"...Genel kurgusunda çentik açabilecek çok sayıdaki Kürt ve Kırmanç Alevileri de, (nominal olarak da olsa) Sünniliği benimsemiş diğer göçebe grupları da bu meyanda görmezden gelmiştir. Üstelik Alevilerin tümünün veya kahir ekseriyetinin tarihsel olarak göçebe olduğu zannı ampirik temelde kanıtlanmış olmaktan uzaktır. Mesela kitabımızın ilerleyen sayfalarında zikredilecek, Malatya merkezli Dede Kargın ocağına ait, 16. yüzyıl ortalarında bu ocağa bağlı talip gruplarını içeren listeyi muhtevi bir belgeye göre -listede yer alan onlarca kalem girdinin büyük çoğunluğunun köy adı ve sadece küçük bir kısmının aşiret adı olmasından hareketle- en azından bu yöredeki Alevi topluluklarının ağırlıklı olarak yerleşik köylü olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Ayrıca 16. yüzyıl mühimme kayıtlarında geçen kimi örnekler, o dönemde Osmanlı yerel bürokrasisi içinde veya tımar sahipleri arasında Kızılbaş/Alevi olduğundan "şüphelenilen" kişilerin mevcudiyetini bize göstermektedir. Bu tür veriler tarihsel olarak Aleviliğin sosyal tabanının göçebelerle sınırlı olduğu zannının sorgulanmaya ne kadar muhtaç olduğunu göstermektedir..."
Karakaya-Stump'ın kitabı da elbette her kitap için geçerli olduğu üzere akılda sorularla okunmalıdır, ki benim aklımda da kullanılan yöntem ve götürdüğü çıkarımlar açısından hemen birkaç tanesi belirdi; ancak bu kitabın hemen anlaşılan önemi, sanıyorum, yanlışlanabilir, sorgulanabilir bilimsel yaklaşımından gelmektedir. Ezcümle, konuya ilgisi olanlar mutlaka okumalı.


Vefailik Bektaşilik Kızılbaşlık : 
Alevi Kaynaklarını Tarihini ve Tarihyazımını Yeniden Düşünmek
 

Ayfer Karakaya-Stump
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Ekim 2015

18 Kasım 2015 Çarşamba

ihtiyar çocukluğumuz; kimileri geç ergenlik diyor

Müziğe en çok yakıştırdığım dil Portekizce. Şimdi paylaşacağım şarkı da bu dilde en sevdiklerimden.
Tribalistas'tan Velha Infancia.


Sözleri de aşağı yukarı şöyle:

Yaşlı çocukluk

Sen böylesin
Düş gibisin benim için
Ve seni görmediğimde
seni düşünüyorum
günün ağardığı andan
yattığım ana kadar

Seviyorum seni
ve seninle olmak istiyorum
Gülüşüm seninle mutlanıyor ancak
En iyi arkadaşım,
aşkım benim

Şarkı söylüyoruz
ve dans ediyoruz
yorulmuyoruz hiç
çocuk olmaktan
Oynayıp duruyoruz
yaşlı çocukluğumuz boyunca

Gözlerin gün ışığım benim
Yol gösterir karanlıkta
ayakların yol gösterir
gider, giderim, hiç yalnız hissetmem

Böylesin işte
Düş gibisin benim için
Bir sürü öpücük vereceğim sana
Seni düşüneceğim
Gün doğumundan
yattığım ana...
...

15 Kasım 2015 Pazar

İnsanlığın En Eski Muamması -2



Altıncı bölümde, "çizim yapmanın soyutlama gerektiren kültürel bir davranış olduğunu, yani, üç boyutlu olarak algıladığımız bir gerçekliği iki boyutluya çevirmenin, zihnin hiç de doğal olmayan bir uyum sağlama biçimini gerektirdiğini" belirtiyor:

"Amazonas'daki ilkel kabilelerin, onlara bir fotoğraf gösterildiğinde, üzerinde ne olursa olsun onu 'okuyamadıkları' ortaya çıkmıştır: Her tür hareketten, her tür kabartıdan yoksun kare bir kağıt parçası üzerine basılmış bu pigmentlerde onlara göre gerçeğe benzeyen hiçbir şey yoktur."

Bu satırlar bana inandırıcı gelmedi; insanın en önemli özelliğinin soyutlama yetisi olması yanında, kaynak da göstermemiş.

Bu bölümde soyutlama yeteneğinin yanı sıra, söz konusu çizimlerin olabildiğince gerçekçi [!] ve taslaksız [!] yapılmış olduklarından söz ediyor yazar.

Yedinci bölüm, teknik özelliklere ayrılmış:

En eski olduğu anlaşılan Chauvet Mağarası resimleri de tam bir ustalık sergilemektedir, bu da çok daha önceden beri devam eden bir geleneği gösterir, ve:

"... bu çok uzun süre boyunca, hiçbir yıkıcı afet, hiçbir kıtlık, hiçbir savaş, hiçbir vandallık, hiçbir salgın, hiçbir zihniyet değişikliği bu eğitimin aktarımını engellememiştir. ...üstelik Üst Paleolitik Çağ insanları sayıca azdı ve çok araç gerece sahip değildi, yaşam süreleri çok daha kısaydı ve her tür tehlikeye açıktılar ve belli dönemlerde, aynı bölgelerde, günümüzde karşılaştıklarımızdan çok daha sert iklimlere göğüs germek zorundaydılar.

... çizimlerde yer çizgisi bulunmaz, ... öyle ki, çizilen hayvanlar zaman ve mekanın dışındaymışçasına duvarın üzerinde adeta süzülüyordur. ... çiçek, bitki, ağaç, manzara, ... birkaç istisna dışında insan tasvirinin izi yoktur.

... kayanın tümsekli, eğik, oyuk, çıkıntılı, delikli yüzeyi de dahil olmak üzere hiçbir şey ilhamlarını kaçırmamış ve isteklerini kırmamıştır. Tüm bu engellere rağmen, kimi zaman devasa oranlardaki desenlerini, her zaman aynı derecede iyi bir şekilde, aynı görünür kesinlikle, bir tereddüdün gölgesi bile olmadan çizmişlerdir. 

... çok iyi bir modern çizerin aynı koşullar altında karşılaşacağı teknik güçlüklerin hiçbiri onları rahatsız etmiş gibi gözükmemektedir. ... besbelli ki, ya bu tarihöncesi sanatçılar her bakımdan sıradışı varlıklardı ya da gözümüzden kaçan bir şey var.

...desenlerinin büyük bir çoğunluğunu, gün ışığından en uzak yerlere, sıklıkla da yeraltının en derinlerine kondurmayı tercih ettikleri açıkça görülmektedir; ... erişimi daha kolay olan ve hiç zorlanmadan dekore edebilecekleri geniş yüzeyler sunan duvarlara sahip odaları bir kenara bırakmışlardır. Kimi zaman, desenlerini alçak ve engebeli bir tavana yaymak pahasına da olsa, dar bir geçidi,  engebesiz ve çok yakın bir duvara bile yeğlemişlerdir.

... çizmek için neye ihtiyaç vardır? çizecek bir alete ama öncelikle yüzeye... bugün bir sanatçı biraz yer kazanmak içinönceki çizimi elinin tersiyle silmeye az da olsa zaman ayıracaktır. Tarihöncesi insan ise hayatta bunu yapmaz. Önceki desenin orada olması hiç umurunda değildir: Varlığı onu hiç ilgilendirmeyen önceden çizilmiş hayvanı hiç dikkate almadan, onun üstüne bir başkasını çizer."

Norbert Aujoulat'tan alıntıyla yazarımız, örneğin "Lascaux boğalarının kronolojik incelemesinin de ortaya koyduğu gibi, bu üst üste binmiş desenler, birbirlerinden çok uzak dönemlerde yapılmıştır" diye belirtir.

Arkası yarın.




14 Kasım 2015 Cumartesi

İnsanlığın En Eski Muamması -1



Sene olmuş 2015 :)
En eski mağara resimleri 30 küsur bin yıllık, ama onun için demiyorum. Didik didik ettiğim, notlar aldığım bir kitap hakkında bi sayfa bir şey yazmam neden haftalar, aylar değil de yıllar alıyor, bundan diyorum. Aralık 2013'ten bugünlere bir çırpıda (!) gelmişim; işte tez de böyle böyle yalan oldu.
Neyse, ölesiye bunaldığım bugün, ölesiye bunalmayı bırak, dedim kendime, ve işte, başlayalım bakalım...

İlk bölümde yazar kendi desen ve resim deneyimininden söz ediyor ve yıllar boyunca sürdürdüğü bu pratikle koşut olarak yaptığı sanat tarihi okumalarından:

"Her okuma peşinden bir başka okumayı sürüklüyordu ve ben Batı resim tarihinin büyük bir kısmını kat etmiştim... Bir tek Quillet'nin Histoire de l'Art en deux volumes isimli büyük ansiklopedisindeki bir bölüm bana zorluk çıkarıyordu: Tarihöncesi mağara resimleri. ...röprodüksiyonlarına eşlik eden yazıların çoğunluğu, güzellikleri ve üslupları üzerinde duruyor ama daha fazlasını söylemiyordu. ...Güzelliklerine ve şöhretlerine rağmen, bir sis perdesi onları bizden ayırıyormuş gibi, orada asıl görülmesi gereken şeyi göremiyormuşuz gibi, soğuk ve gerçekdışı bir şey içeriyorlardı. Bunun neden kaynaklandığını daha yeni anladım."

Dırı-nı-nım. "Bunun neden kaynaklandığını daha yeni anladım" cümlesine bir vurgu yapıp yorum yapmadan devam edeyim.

İkinci bölümde, "anladığı şey"i sezdiriyor:

"... tarihöncesi duvar resimlerinin gizemi konusuna döndüm. Birkaç yıl önce, oğlumun üstünü örterken, aklıma, zaman içinde derinleştirmeye hiç vakit ayırmadığım bir fikir gelmişti. Sene 2004'tü. Oğlum sekiz yaşındaydı. Her akşam, uykuya dalmadan önce gidip onu öpüyordum ve baş başa biraz sohbet ediyorduk. O akşam ... ışığı söndürüp odadan çıkmadan önce, karşıdaki duvara bakıyordum ki aklıma acayip bir fikir geldi: Ya çözüm buysa? Hayır, gülünç, çok basit. Işığı söndürdüm ve bir daha bunu düşünmedim."
Üçüncü bölüm, son derece kısa ama faydalı bir mağara resimleri tarihçesi. Güzel bir özet.

Dördüncü bölüm, zurnanın zırt dediği yere geliyor: Bu resimlerin anlamı ne ola ki?

"Çizerlik deneyimim, sorunu tarihöncesi uzmanlarından biraz daha farklı ele alabileceğim hissini veriyordu bana. Zira Lascaux resimleri hakkındaki kitaplar, uzunca bir süre kitabevlerinin ve kütüphanelerin Sanat Tarihi bölümünde yer alsa da, Chauvet Mağarası'nın keşfi, onları Bilim bölümündeki Paleoantropoloji rafına taşımıştır: Bu da demek oluyor ki, kimi konular, tanımlarındaki sanatsal belirsizlikten mustaripler. Bu, araştırmacılar açısından bir tür sıkıntı mıdır yoksa hangi alana girdikleri konusunda -Sanat mı, arkeoloji mi?- bir belirsizlik işareti midir?"
Bu doğru tespit, insanın zihin yapısı itibariyle bir şeyi kategorize etmeden anlamlandıramadığını gösterdiği gibi, insanın gözünü boyayan estetik kavramının büyük ihtimal yanlış olarak "sanat mı bilim mi" bocalamasına götürdüğüne de işaret ediyor.

Yazar bu noktada, "... bu resimlerin doğasını ve işlevini açıklamak amacıyla, sadece daha önce dillendirilmiş açıklamaları ya da kuramları yeniden icat etmekten kaçınmak için bile olsa, geçmişte ve hatta yakın zamanda yayımlanan çeşitli varsayımlar hakkında önceden bilgi edinmenin" uygun olacağını düşünmüş ve kısaca bu resimelerin özellikleri ve işlevi konusunda yapılmış açıklamaları özetlemiş:

1. Eserlerin işlevinin salt dekoratif olması. Doğanın güzelliğini keşfeden ve onu sanatsal biçimde ifade etmeye çalışan Homo sapiens sapiens betimlemesi.
2. Başrahip Breuil'in bu resimleri faydacı sihir uygulamaları (av büyüsü) olarak yorumlaması.
3. Bir mağarada bulunan çocuk ayak izlerinin, bu yerlerin, avcılığa kabul (bir çeşit erginleme ritüeli) tapınakları olabileceği fikrine yol açması.
4. Leroi-Gourhan'ın, bu resimleri rastgele ve düzensiz değil, bütün bir mitolojinin varlığını gösteren, karmaşık ama tutarlı bir düzen olarak yorumlaması. Bizon ve atın oluşturduğu istatistiksel çiftin varlığını da buna ekliyordu: at: erkek; bizon: kadın.
5. Jean Clottes'un şamanizm yorumu. Hayvan ruhlarıyla temas kurmaya çalışan şamanların çizimleri.
6. Bunlar dışında, totemcilikten hayvan tanrılar tapınımına kadar, metafizik bir dünya görüşü temsilinden, kozmogoniden, hayvan imgelerinin gök haritasını simgelemesi yorumuna kadar çeşitli yorumlar (en saçmasını en sona saklamış :))

Bu açıklamalardan bazıları David'in sorularının birkaçına yanıt verebilse de, onu en çok şaşırtan noktayı aydınlatmıyormuş: "Tarihöncesi insanlar bu resimleri yapmayı nasıl becerebiliyordu?" Bu durum yetenekle açıklanamazdı: Çünkü "... çok yetenekli sanatçılar, bir gün çok yetenekli oldukları söylenebilsin diye çok çalışmış insanlardır"

Beşinci bölümde, çok haklı olarak "gelenek" ve "zaman" kavramlarına değiniyor yazar:

"Chauvet Mağarası (32.000 GÖ) ile Lascaux Mağarası (17.000 GÖ)arasında, neredeyse Lascaux Mağarası ile bizim aramızda olduğu kadar zaman farkı bulunuyor. ...iki mağaradaki eserleri ayıran zaman ölçüsü etkileyici ... iki yöredeki resimler arasındaki benzerlik çarpıcıdır: benzer bir açıda yerleştirilmiş aynı hayvan motifleri, görünüş olarak aynı rastlantısal düzenleme, aynı açıklanamaz üst üste binmeler, aynı "biçemsel usuller". Oysa iki bütünün yaratıcıları arasında on beş bin yıl vardır (on beş bin yıl!). Bu hiç tartışmasız, bir gelenek ile bir pratiğin en az on beş bin yıl boyunca hiçbir temel değişikliğe uğramadan sürdüğü anlamına gelir. Bu saptama, mantıksal olarak, belli biçemsel ölçütlere uyan bir desen tipine dair eğitimin de aynı süre boyunca sürmesini gerektirir."
 Sandığımdan uzun sürecek, bu gecelik burada bırakıyorum. İlk bölümün sonu.

22 Ekim 2015 Perşembe

Almodovar Teoremi



O kadar farklı var olma ve yaşama biçimi tanıdım ki, insan doğasında neyin ortak ve temel, neyin tali olduğunu hatta böyle sınıflandırmaların yapılıp yapılamayacağını sorgulamaya başladım artık. Hiçbir şeyin görünürdeki gibi olmaması... Bilemiyorum ya da anlayamıyorum.

Yaşlandıkça yavaş yavaş bazı şeyleri tümleyebileceğimi, en azından biraz olsun anlamlandırabileceğimi umarken yeni insanlar tanıdıkça daha çok şaşırmaya başlamak hiç beklediğim bir şey değildi. İşte tam da bu yüzden, giderek daha fazla dinginlik, daha az sosyallik, giderek daha fazla içe dönüş arıyorum, burada da devreye daha çok okumak ve daha çok yazmak isteği giriyor. İnsanları anlamaya çalışmaktan yorgunum.

Birazdan bahsedeceğim kitap, bu duygularımı hem derinleştirdi, hem de bunlara rağmen yaşamayı kolaylaştırıcı etki yaptı. Paradoksal görünüyor olabilir, ama değil.

Almodovar Teoremi'ni iki üç yıl önce yalnızca ismine bakıp almıştım. Ne arka kapak yazısını, ne yazarı hakkındaki kısa bilgiyi okumuştum.

Geçen gün tekrar ilgimi çekmesi de şu alıntı sayesinde olmuştu: "affetmek bazen affettiğine yakın olmayı kaldırmaz."

Okudum; bazı yerlerini dönüp bir daha okudum.  Bundan sonra bile, hala yazar hakkında bir şey bilmiyordum. Arka kapağı okumamıştım. Dün gece biraz bakındım, internete; bi zahmet okudum artık, arka kapağı falan da. Otobiyografikmiş meğer roman.

Magazin pornografisi beni hiç ilgilendirmedi, ilgilendirmiyor; hem belki merak edip okuyanlarınız olur, spoiler vermeyeyim.

Kısaca:

Bir kaza

Bilinen dünyanın sonu

(nefret, acı)

Koza

Yolculuklar- yer değiştirmeler

Koza

Kozadan çıkış

(güven, yaşama dönüş)

...

Bir de çok beğendiğim cümleler:

"Artık daha büyük bir hafiflik istiyorum. Keşke kütüphanemi bir kuruma bağışlayıp bavulum kadar hafif bir kalple gidebilsem! Kendimi yoksullaştırmanın bir sonraki aşaması bu olacak."

"Genel yanılsamayı yavaş yavaş oluşturan, herkesin sahip olduğunu düşündüğü bir sabitlik fikri. Dünyayı tüketen de bu. En temel şiddet. Herkes kendi sabitlenmişliğiyle konuşuyor. Sonuç olarak,senden beklenen hep aynı olman. Sen bu zinciri bilinçli bir şekilde kırdın, bense kazayla."

"Her şekilde aşırıya kaçmayı sevdim; bedenim ve ruhum başkalarının tükettiği, ender bulunan bir besinle tatmin olamıyormuş gibi. Herkesin tatmin olup durduğu yerde, ben daha ikinci soluğumu alıyordum.
- İşte Antoni yine sapıttı!"

"Sonsuzluk talep ettiğim için değil bu sözlerim, dağılıp yok olmadan önce biraz zamanım olsun yeter. Son bir kez öpüşebilecek, sevdiğim bir bedeni sımsıkı saracak, en yakın, en gizemli olana bir kere daha bakarak dünyaya dokunabilecek zaman yeter. Bu kısacık anı isterdim, stratosferi delip geçen bir füze gibi bu son mutluluğu."

Sonuç olarak:

Almodovar Teoremi = Arzunun Teoremi

Almodovar = Arzu

Further reading:

http://atlasinyuku.blogspot.com.tr/2010/07/antoni-casas-ros-ile-soylesmek.html

                                                       ............................................

Saat sabaha doğru -ne hızlı, ne yavaş- ilerliyor. Çalışma odam sessiz, serin; masam düzenli. Başından beri ait olduğum yer burasıydı. Sırtımdaki yüklerden kısa bir süre de olsa azat eden masam. Ama artık daha büyük bir hafiflik istiyorum. Keşke kütüphanemi bir yere bağışlayıp bavulum kadar hafif bir kalple gidebilsem. Kendimi yoksullaştırmanın bir sonraki aşaması kesinlikle bu olacak.



17 Ekim 2015 Cumartesi

Ya kaybolduysak?



Neden sürekli devam etmek zorunda olduğumuz, direnmek zorunda olduğumuz, sorumlu olduğumuz, yükümlü olduğumuz hatırlatılıyor ve neden bu toplum standartlarına çeken, iten, itiş kakış? Neden mücadele etmek, neden iyi hissetmek, neden sağlıklı ve neşeli olmak zorundayım?

Biri bana açıklasın.

Neden çekip gidemiyorum? Değil mi ki hayat benden sonra da sanki hiç var olmamışım gibi sürecek: İnsanın en önemli özelliği, her şeyden önce unutma yeteneğidir. Dik duran insan, alet yapan insan, düşünen insan, düşündüğünün üstüne düşünebilen insan... evriminin bu noktasında insan artık, unutan insana evrilmiştir.

Oysa ben arkaik genler taşıyorum, ben unutamıyorum, unutup geçip gidemiyorum, hiçbir şey olmamış gibi devam edemiyorum.

Bugüne kadar az ya da çok anlamlandırdığımı düşündüm hayatı; bir sonraki gün kaldığım yerden devam edeceğimi düşünerek kitabımın arasına ayraç koyup yattım geceleri -düşünün hanımlar beyler, en ilkel düzeyde de olsa bir ertesi günün varlığına dair umut beslemektir bu. Kafamda soru işaretleri oluşmuyor değildi ama hiç bu kadar açık olmamıştı gereksizliği, hiç bu kadar anlamsız. 

Hayattaki inişleri ve çıkışları anlayabiliriz, az çok üstesinden gelebiliriz, ama kaybolduysak. Ya tamamen kaybolduysak? 

Yani evet, klişe olacak ama, dibi görmeden yukarı çıkılmazmış falan ya. Ya sonsuz bir düşüşse bu, dibi olmayan?

Ya tamamen kaybolduysak?