20 Aralık 2016 Salı

Haneke Haneke'yi Anlatıyor



Alman olmak: Beyaz Bant (s. 357-393)

MH: Tarihi bir film yaparken sıfırdan uyduramayacağınız yığınla şey var. Mesela burada, köylünün oğlunun annesinin ölümünün intikamını almak için lahana tarlasını orakla talan etmesi gibi. Kahyaya söylettiğim tekerlemeyi de bir kitapta okumuştum: "Buğday hasat oldu, / Paramızı isteriz, /Üzerine yatmaya kalkanın vay haline,/ Ürününü keseriz!"

İşlenen bir kusurun cezalandırılmasından sonra kola masumiyete dönüşü simgeleyen beyaz pazubant takılması fikri de bu okumalarınızdan mı çıktı?

MH: Evet, çocuk eğitimi konusunda öğütler veren bir XIX. yüzyıl yazarında rastladım buna. Ama hangi kitapta olduğunu hatırlamıyorum.

...

Hikaye niçin 1913-1914'te geçiyor?

Dil olarak Almancaya tabi bir insan olarak, yirmi yıl sonra Nazileri iktidara taşıyacak kuşağın çocukluğunu anlatmak istedim...



Sağlam bir kaledir Tanrımız,
Güvenli bir sığınak,
Teslim oluruz ona, korur bizi her şeyden,
Alt edilmez bir zırh.
Eski düşman
Öfkeden ürperdi;
Kalleş ve kıskanç,
Kılıç ve küfürle sataşıyor hepimize.

15 Aralık 2016 Perşembe

Sevgili Thom

                                                                                                         New York, 
                                                                                                         Kasım 1958


Sevgili Thom,


Mektubunu bu sabah aldık. Ben kendi bakış açımdan cevaplayacağım ve tabii Elaine de kendininkinden.

İlk olarak - aşıksan - bu iyi bir şeydir - bir insanın başına gelebilecek neredeyse en iyi şeydir. Bunu kimsenin küçümsemesine ya da hafife almasına izin verme.

İkincisi - aşkın birkaç çeşidi vardır. Biri, alçak, açgözlü, egoisttir ve aşkı kendini önemsemek için kullanır. Bu çirkin ve sakat bir türdür. Bir diğeri, senin içindeki iyi olan her şeyi ortaya çıkarır -nezaketi ve itibarı ve saygıyı -sadece davranışsal olanı, toplumsal itibar anlamındakini değil, bir başka insanı eşsiz ve değerli olarak takdir etme anlamındaki daha üstün saygıyı da. İlki seni hasta eder ve küçültür, ve zayıflatır ama ikincisi senin içindeki gücü, ve cesareti ve iyiliği ve hatta sahip olduğunu bilmediğin bilgeliği özgür bırakır.

Bunun çocukluk aşkı olmadığını söylüyorsun. Bu kadar derin hissediyorsan -tabii ki çocukluk aşkı değildir.

Ama bana ne hissettiğini sorduğunu sanmıyorum. Bunu sen herkesten daha iyi bilirsin. Benden istediğin yardım bu konuda ne yapacağın -ve bu da sana söyleyebileceğim şey.

Muhteşemliğinden sevinç duy, bunun için müteşekkir ol.

Aşkın amacı en iyi ve en güzeldir. Buna göre yaşamaya çalış.

Birini sevdiğinde -bunu söylemenin bir zararı yoktur- yalnızca bazı insanların çok utangaç olduğunu unutma, bazen söylerken bu utangaçlığı göz önünde bulundurmak gerekir.

Kızlar senin ne hissettiğini bilme ya da hissetme özelliğine sahiptir, ama genellikle bunu duymak da hoşlarına gider.

Bazen şu ya da bu sebepten hissettiklerinin karşılık bulmadığı olur -ama bu senin duygularının değerini ve iyiliğini azaltmaz.

Son olarak, duygularını anlıyorum, çünkü ben de bu duyguya sahibim ve sen de böyle hissettiğin için seviniyorum.

Susan'la tanışmaktan mutluluk duyarız. Hoş gelsin sefa gelsin. Ama bununla ilgili düzenlemeleri Elaine yapacak çünkü bu onun alanına giriyor ve çok da memnun olacak. O da aşktan anlıyor ve belki de sana benden daha fazla yardım edebilir.

Ve kaybetmekten kaygılanma. Doğruysa olur - aslolan acele etmemektir. İyi olan şey kaybolmaz.

Sevgiler,
Ba

                                                                          ***


İnternette birçok çevirisi var, biliyorum ama sırf okumanın ve çevirmenin zevki için yeniden çevirdim.
Biz fani ve sıradan insanlar için rüya-mektup: Steinbeck'ten oğluna, aşk üzerine öğütler.




7 Aralık 2016 Çarşamba

Benjamin, sammeln und die Bibliothek

Walter Benjamin'in Kitaplığımı Yerleştirirken: Kitap Koleksiyonculuğuna Dair Bir Konuşma adlı metnini okudum bugün. Deniz Kurt çevirmiş. Eline emeğine sağlık, ama bazı yerlerin orijinalini merak ettim doğrusu. Ben de çeviri yaptığım için çeviriye kusur bulurken pek temkinliyim. Çok zor iştir bilirim, ayrıca kendi çevirilerimi de beğenmem hiç. Fekat bi şeyler de bilirim; mesela erkenden çevirip bi kenarda mahsusçuktan unutmak, sonra tekrar bakmak, efendime söyliyim tekrar tekrar bakmak lazım. Hiç aceleye gelmez. Bu çeviri bağlamında söz etmiyorum bundan, acele edip etmediğini söylemiyorum; kaldı ki ne kadar titizlenirseniz titizlenin oturmayan bir şeyler olabilir. Belki de Benjamin çevirisinin çok ağır bir sorumluluk olduğunu söylemeye çalışıyorumdur :) 

İşte ben de merak ettiğim yerlere bakmak için çok da fazla uğraşmadan aşağıdaki orijinali buldum internetten. Meraklısına dev kültür hizmeti :) Buyrunuz.


Ich packe meine Bibliothek aus

Eine Rede über das Sammeln

Ich packe meine Bibliothek aus. Ja. Sie steht also noch nicht auf den Regalen, die leise Langeweile der Ordnung umwittert sie noch nicht. Ich kann auch nicht an ihren Reihen entlang schreiten, um im Beisein freundlicher Hörer ihnen die Parade abzunehmen. Das alles haben Sie nicht zu befürchten. Ich muß Sie bitten, mit mir in die Unordnung aufgebrochener Kisten, in die von Holzstaub erfüllte Luft, auf den von zerrissenen Papieren bedeckten Boden, unter die Stapel eben nach zweijähriger Dunkelheit wieder ans Tageslicht beförderter Bände sich zu versetzen, um von vornherein ein wenig die Stimmung, die ganz und gar nicht elegische, viel eher gespannte zu teilen, die sie in einem echten Sammler erwecken. Denn ein solcher spricht zu Ihnen und im großen und ganzen auch nur von sich. Wäre es nicht anmaßend, hier auf eine scheinbare Objektivität und Sachlichkeit pochend die Hauptstücke oder Hauptabteilungen einer Bücherei Ihnen aufzuzählen, oder deren Entstehungsgeschichte, oder selbst deren Nutzen für den Schriftsteller Ihnen darzulegen? Ich jedenfalls habe es mit den folgenden Worten auf etwas Unverhüllteres, Handgreiflicheres abgesehen; am Herzen liegt mir, Ihnen einen Einblick in das Verhältnis eines Sammlers zu seinen Beständen, einen Einblick ins Sammeln viel mehr als in eine Sammlung zu geben. Es ist ganz willkürlich, daß ich das an Hand einer Betrachtung über die verschiedenen Erwerbungsarten von Büchern tue. Solche Anordnung oder jede andere ist nur ein Damm gegen die Springflut von Erinnerungen, die gegen jeden Sammler anrollt, der sich mit dem Seinen befaßt. Jede Leidenschaft grenzt ja ans Chaos, die sammlerische aber an das der Erinnerungen. Doch ich will mehr sagen: Zufall, Schicksal, die das Vergangene vor meinem Blick durchfärben, sie sind zugleich in dem gewohnten Durcheinander dieser Bücher sinnenfällig da. Denn was ist dieser Besitz anderes als eine Unordnung, in der Gewohnheit sich so heimisch machte, daß sie als Ordnung erscheinen kann? Sie haben schon von Leuten gehört, die am Verlust ihrer Bücher zu Kranken, von anderen, die an ihrem Erwerb zu Verbrechern geworden sind. Jede Ordnung ist gerade in diesen Bereichen nichts als ein Schwebezustand überm Abgrund. »Das einzige exakte Wissen, das es gibt«, hat Anatole France gesagt, »ist das Wissen um das Erscheinungsjahr und das Format der Bücher.« In der Tat, gibt es ein Gegenstück zur Regellosigkeit einer Bibliothek, so ist es die Regelrechtheit ihres Verzeichnisses.
So ist das Dasein des Sammlers dialektisch gespannt zwischen den Polen der Unordnung und der Ordnung.
Es ist natürlich noch an vieles andere gebunden. An ein sehr rätselhaftes Verhältnis zum Besitz, über das nachher noch einige Worte zu sagen sein werden. Sodann: an ein Verhältnis zu den Dingen, das in ihnen nicht den Funktionswert, also ihren Nutzen, ihre Brauchbarkeit in den Vordergrund rückt, sondern sie als den Schauplatz, das Theater ihres Schicksals studiert und liebt. Es ist die tiefste Bezauberung des Sammlers, das einzelne in einen Bannkreis einzuschließen, in dem es, während der letzte Schauer – der Schauer des Erworbenwerdens – darüber hinläuft, erstarrt. Alles Erinnerte, Gedachte, Bewußte wird Sockel, Rahmen, Postament, Verschluß seines Besitztums. Zeitalter, Landschaft, Handwerk, Besitzer, von denen es stammt – sie alle rücken für den wahren Sammler in jedem einzelnen seiner Besitztümer zu einer magischen Enzyklopädie zusammen, deren Inbegriff das Schicksal seines Gegenstandes ist. Hier also, auf diesem engen Felde läßt sich mutmaßen, wie die großen Physiognomiker – und Sammler sind Physiognomiker der Dingwelt – zu Schicksalsdeutern werden. Man hat nur einen Sammler zu beobachten, wie er die Gegenstände seiner Vitrine handhabt. Kaum hält er sie in Händen, so scheint er inspiriert durch sie hindurch, in ihre Ferne zu schauen. Soviel von der magischen Seite des Sammlers, von seinem Greisenbilde könnte ich sagen. – Habent sua fata libelli – das war vielleicht gedacht als ein allgemeiner Satz über Bücher. Bücher, also »Die Göttliche Komödie« oder »Die Ethik« des Spinoza oder »Die Entstehung der Arten«, haben ihre Schicksale. Der Sammler aber legt diesen lateinischen Spruch anders aus. Ihm haben nicht sowohl Bücher als Exemplare ihre Schicksale. Und in seinem Sinn ist das wichtigste Schicksal jedes Exemplars der Zusammenstoß mit ihm selber, mit seiner eigenen Sammlung. Ich sage nicht zuviel: für den wahren Sammler ist die Erwerbung eines alten Buches dessen Wiedergeburt. Und eben darin liegt das Kindhafte, das im Sammler sich mit dem Greisenhaften durchdringt. Die Kinder nämlich verfügen über die Erneuerung des Daseins als über eine hundertfältige, nie verlegene Praxis. Dort, bei den Kindern, ist das Sammeln nur ein Verfahren der Erneuerung, ein anderes ist das Bemalen der Gegenstände, wieder eines das Ausschneiden, noch eines das Abziehen und so die ganze Skala kindlicher Aneignungsarten vom Anfassen bis hinauf zum Benennen. Die alte Welt erneuern – das ist der tiefste Trieb im Wunsch des Sammlers, Neues zu erwerben, und darum steht der Sammler älterer Bücher dem Quell des Sammelns näher als der Interessent für bibliophile Neudrucke. Wie Bücher nun die Schwelle einer Sammlung überschreiten, wie sie Besitz eines Sammlers werden, kurz, über ihre Erwerbsgeschichte jetzt einige Worte.
Von allen Arten sich Bücher zu verschaffen, wird als die rühmlichste betrachtet, sie selbst zu schreiben. Manche von Ihnen werden an dieser Stelle vergnügt der großen Bücherei gedenken, die Jean Pauls armes Schulmeisterlein Wuz mit der Zeit sich auf die Art zulegte, daß es alle Werke, von denen die Titel in den Meßkatalogen es interessierten, weil es sie ja nicht kaufen konnte, sich selber schrieb. Schriftsteller sind eigentlich Leute, die Bücher nicht aus Armut sondern aus Unzufriedenheit mit den Büchern schreiben, welche sie kaufen könnten, und die ihnen nicht gefallen. Das werden Sie, meine Damen und Herren, für eine schrullige Definition des Schriftstellers halten; schrullig aber ist alles, was aus dem Sehwinkel eines echten Sammlers gesagt wird. – Von den landläufigen Erwerbsarten wäre für Sammler die schicklichste das Ausleihen mit anschließendem Nichtzurückgeben. Der Buchausleiher großen Formats, wie wir ihn hier vor Augen haben, erweist sich als eingefleischter Büchersammler nicht etwa nur durch die Inbrunst, mit der er den zusammengeborgten Schatz behütet und allen Mahnungen aus dem Alltag des Rechtslebens mit Taubheit begegnet, sondern weit mehr dadurch, daß auch er die Bücher nicht liest. Wenn Sie meiner Erfahrung glauben wollen, so geschah es immer noch eher, daß einer mir gelegentlich ein entliehenes Buch zurückbrachte, als daß er es etwa gelesen hätte. Und das – werden Sie fragen – wäre eine Eigenart der Sammler, Bücher nicht zu lesen? Das wäre ja das Neueste. Nein. Sachkundige werden Ihnen bestätigen, daß es das Älteste ist, und ich nenne hier nur die Antwort, die, wiederum, France für den Banausen in Bereitschaft hatte, der seine Bibliothek bewunderte, um sodann bei der obligaten Frage zu enden: »Und das haben Sie alles gelesen, Herr France?« – »Nicht ein Zehntel. Oder speisen Sie vielleicht täglich von Ihrem Sèvres?«
Ich habe übrigens auf das Recht einer solchen Haltung die Gegenprobe gemacht. Jahrelang – gut während des ersten Drittels ihres bisherigen Daseins – hat meine Bibliothek aus nicht mehr als zwei bis drei Reihen bestanden, die jährlich nur um Zentimeter wuchsen. Das war ihr martialisches Zeitalter, da kein Buch in sie eintreten durfte, dem ich nicht die Parole abgenommen, das ich nicht gelesen hatte. Und so wäre ich vielleicht nie zu etwas, was dem Umfang nach eine Bibliothek genannt werden kann, gekommen ohne die Inflation, die mit einmal den Akzent auf den Dingen umschlagen, die Bücher zu Sachwerten, mindestens schwer erhältlich werden ließ. So wenigstens schien es in der Schweiz. Und wirklich machte ich von dort in zwölfter Stunde meine ersten größeren Bücherbestellungen und konnte noch so unersetzliche Dinge bergen, wie den »Blauen Reiter« oder Bachofens »Sage von Tanaquil«, die damals noch beim Verleger zu haben waren. – Nun, meinen Sie, müßten wir nach soviel Kreuz- und Querzügen endlich auf die breite Straße des Bucherwerbs kommen, welche der Kauf ist. Jawohl, eine breite Straße, aber keine gemächliche. Der Kauf des Büchersammlers hat sehr wenig Ähnlichkeit mit denen, die ein Student, um sich ein Lehrbuch anzuschaffen, ein Herr von Welt, um seiner Dame ein Geschenk zu machen, ein Geschäftsreisender, um sich die nächste Eisenbahnfahrt zu verkürzen, in einer Buchhandlung vornimmt. Meine denkwürdigsten habe ich auf Reisen, als Passant gemacht. Besitz und Haben sind dem Taktischen zugeordnet. Sammler sind Menschen mit taktischem Instinkt; ihrer Erfahrung nach kann, wenn sie eine fremde Stadt erobern, der kleinste Antiquitätenladen ein Fort, das entlegenste Papiergeschäft eine Schlüsselstellung bedeuten. Wie viele Städte haben sich mir nicht in den Märschen erschlossen, mit denen ich auf Eroberung von Büchern ausging.
Von den wichtigsten Ankäufen geht freilich über den Besuch eines Händlers gewiß nur ein Teil. Kataloge spielen eine viel größere Rolle. Und wenn der Käufer ein Buch, das er so nach dem Katalog bestellt, auch noch so gut kennt: das Exemplar bleibt immer eine Überraschung und der Bestellung immer etwas vom Hasard. Da gibt es neben empfindlichen Enttäuschungen die beglückenden Funde. So entsinne ich mich, eines Tages ein Buch mit farbigen Bildern für meine alte Sammlung von Kinderbüchern nur darum bestellt zu haben, weil es Märchen von Albert Ludwig Grimm hatte und sein Erscheinungsort Grimma in Thüringen war. Aus Grimma aber stammte ein Fabelbuch, das eben dieser Albert Ludwig Grimm herausgegeben hatte. Und dieses Fabelbuch war in dem Exemplar, das ich besaß, mit seinen 16 Bildern das einzige erhaltene Zeugnis der Anfänge des großen deutschen Illustrators Lyser, der um die Mitte des vorigen Jahrhunderts in Hamburg gelebt hat. Nun, meine Reaktion auf den Zusammenklang der Namen war präzis gewesen. Auch hier wieder entdeckte ich Arbeiten von Lyser, und zwar ein Werk – »Linas Mährchenbuch« – das allen seinen Bibliographen unbekannt geblieben ist und einen ausführlicheren Hinweis als diesen, den ersten, den ich darauf gebe, verdient.
Auf keinen Fall ist es beim Bucherwerb mit Geld allein oder allein mit Sachkunde getan. Und selbst beide zusammen genügen zur Begründung einer echten Bibliothek, die immer etwas Undurchschaubares und Unverwechselbares zugleich hat, nicht. Wer nach Katalogen kauft, muß zu den genannten Dingen noch eine feine Witterung besitzen. Jahreszahlen, Ortsnamen, Formate, Vorbesitzer, Einbände usw., all dieses muß ihm etwas sagen und nicht nur so im dürren Anundfürsich, sondern diese Dinge müssen zusammenklingen und nach der Harmonie und Schärfe des Zusammenklangs muß er erkennen können, ob so ein Buch zu ihm gehört oder nicht. – Wieder ganz andere Fähigkeiten sind es, die eine Auktion vom Sammler verlangt. Zum Katalogleser muß das Buch allein und allenfalls sein Vorbesitzer, wenn die Provenienz des Exemplares feststeht, sprechen. Wer auf einer Auktion eingreifen will, der muß sein Augenmerk zu gleichen Teilen auf das Buch und auf die Konkurrenten richten, und außerdem noch kühlen Kopf genug behalten, um nicht – wie es doch alltäglich geschieht – sich in den Konkurrenzkampf zu verbeißen und so zuletzt an einer Stelle, an welcher er mehr mitbot, um seinen Mann zu stehen, als um das Buch sich zu erwerben, mit einem hohen Ankaufpreis hängen zu bleiben. Dafür zählt aber zu den schönsten Erinnerungen des Sammlers der Augenblick, wo er einem Buch, an das er vielleicht nie im Leben einen Gedanken, geschweige einen Wunsch gewendet hat, beisprang, weil es so preisgegeben und verlassen auf dem offenen Markt stand und es, wie in den Märchen aus Tausendundeiner Nacht der Prinz eine schöne Sklavin, kaufte, um ihm die Freiheit zu geben. Für den Büchersammler ist nämlich die wahre Freiheit aller Bücher irgendwo auf seinen Regalen.
Als Denkmal meines aufregendsten Auktionserlebnisses ragt über langen Reihen französischer Bände noch heute in meiner Bibliothek Balzacs »Peau de chagrin«. Das war 1915 auf der Auktion Rümann bei Emil Hirsch, einem der größten Bücherkenner und zugleich vornehmsten Kaufleute. Die Ausgabe, um die es sich handelt, ist 1838 in Paris Place de la Bourse erschienen. Eben, da ich mein Exemplar zur Hand nehme, sehe ich nicht nur die Nummer der Rümannschen Sammlung, sondern sogar die Etikette der Buchhandlung vor mir, in der vor über 90 Jahren der erste Erwerber es ungefähr zu einem Achtzigstel des heutigen Preises gekauft hat. Papeterie I. Flanneau heißt es da. Eine schöne Zeit, da man solche Prachtwerke – denn die Stahlstiche dieses Buches sind von dem größten französischen Zeichner entworfen und von den größten Stechern ausgeführt worden – wo man ein solches Buch noch in einer Papeterie kaufen konnte. Aber ich wollte die Erwerbungsgeschichte erzählen. Ich war zur Vorbesichtigung zu Emil Hirsch gekommen, hatte mir 40 oder 50 Bände durch die Hand gehen lassen, diesen aber mit dem glühenden Wunsch, ihn nie mehr aus ihr geben zu müssen. Der Tag der Auktion kam. Ein Zufall wollte, daß in der Versteigerungsordnung vor diesem Exemplar der »Peau de chagrin« die komplette Folge ihrer Illustrationen in Sonderabzügen auf China erschien. Die Bieter saßen an einer langen Tafel; schräg gegenüber von mir der Mann, der bei dem nun folgenden Ausgebot alle Blicke auf sich vereinigte: der berühmte Münchener Sammler, Freiherr vom Simolin. Es ging ihm um diese Folge, er hatte Konkurrenten, kurz es kam zu einem scharfen Kampf, dessen Ergebnis das Höchstgebot der ganzen Auktion, ein Preis weit über 3000 RM war. Niemand schien einen so hohen Betrag erwartet zu haben, eine Bewegung ging durch die Anwesenden. Emil Hirsch gab nicht darauf acht und sei es, um Zeit zu sparen, sei es aus anderen Erwägungen, ging er unter allgemeiner Unaufmerksamkeit der Versammlung zur folgenden Nummer über. Er rief den Preis aus, ich ging mit Herzklopfen bis zum Halse und in dem klaren Bewußtsein, mit keinem der anwesenden großen Sammler den Wettbewerb aufnehmen zu können, etwas darüber. Der Auktionator aber, ohne die Beachtung der Versammlung zu erzwingen, schritt mit den üblichen Formeln »niemand mehr« und drei Schlägen – mir schienen sie wie durch eine Ewigkeit voneinander getrennt – zum Zuschlag. Für mich als Studenten war die Summe immer noch hoch genug. Der folgende Vormittag im Leihhaus aber gehört nicht mehr zu dieser Geschichte, und anstatt dessen spreche ich lieber von einer Begebenheit, die ich das Negativ einer Auktion nennen möchte. Das war auf einer Berliner Versteigerung des vorigen Jahres. Ausgeboten wurde eine nach Qualität und Stoffgebiet recht gemischte Reihe von Büchern, unter denen nur eine Anzahl seltener okkultistischer und naturphilosophischer Werke bemerkenswert waren. Ich bot auf eine Anzahl von ihnen, bemerkte aber, so oft ich eingriff, einen Herrn in den vorderen Reihen, der nur auf mein Gebot gewartet zu haben schien, um mit dem seinigen bis zu beliebiger Höhe einzusetzen. Nachdem ich diese Erfahrung hinreichend wiederholt hatte, gab ich für den Erwerb des Buches, an dem mir an diesem Tage am meisten lag, alle Hoffnung auf. Es waren die seltenen »Fragmente aus dem Nachlasse eines jungen Physikers«, die Johann Wilhelm Ritter 1810 in 2 Bänden in Heidelberg hatte erscheinen lassen. Das Werk ist nie wieder gedruckt worden, die Vorrede aber, in welcher der Herausgeber als Nachruf auf seinen angeblich verstorbenen ungenannten Freund, der doch niemand ist als er selber, die Darstellung des eigenen Lebens gegeben hat, ist mir von jeher als die bedeutendste persönliche Prosa der deutschen Romantik erschienen. Im Augenblick, da man die Nummer ausrief, kam mir eine Erleuchtung. Einfach genug: Da mein Gebot die Nummer unfehlbar dem andern zuschanzen mußte, durfte ich gar nicht bieten. Ich bezwang mich, blieb stumm. Was ich erhofft hatte, trat nun ein: Kein Interesse, kein Gebot, das Buch ging zurück. Ich hielt es für klug, noch einige Tage verstreichen zu lassen. In der Tat, als ich nach einer Woche erschien, fand ich das Buch beim Antiquar vor, und der Mangel an Interesse, welchen man ihm bewiesen hatte, kam mir nun bei der Erwerbung zustatten.
Was drängt nicht alles an Erinnerung herbei, hat man sich einmal in das Kistengebirge begeben, um die Bücher im Tag- oder besser im Nachtbau aus ihm herauszuholen. Nichts könnte die Faszination dieses Auspackens deutlicher machen, als wie schwer es ist, damit aufzuhören. Mittags hatte ich begonnen, und es war Mitternacht, ehe ich an die letzten Kisten mich herangearbeitet hatte. Hier aber fielen mir nun am Ende zwei verschossene Pappbände in die Hand, die streng genommen gar nicht in eine Bücherkiste gehören: zwei Alben mit Oblaten, die meine Mutter als Kind geklebt hat, und die ich geerbt habe. Sie sind die Samen einer Sammlung von Kinderbüchern, die noch heut ständig fortwächst, wenn auch nicht mehr in meinem Garten. – Es gibt keine lebendige Bibliothek, die nicht eine Anzahl von Buchgeschöpfen aus Grenzgebieten bei sich beherbergte. Es brauchen nicht Oblatenalben oder Stammbücher zu sein, weder Autographen noch Einbände mit Pandekten oder Erbauungstexten im Innern: manche werden an Flugblättern und Prospekten, andere an Handschriftfaksimiles oder Schreibmaschinenabschriften unauffindbarer Bücher hängen, und erst recht können Zeitschriften die prismatischen Ränder einer Bibliothek bilden. Um aber auf jene Alben zurückzukommen, so ist eigentlich Erbschaft die triftigste Art und Weise zu einer Sammlung zu kommen. Denn die Haltung des Sammlers seinen Besitztümern gegenüber stammt aus dem Gefühl der Verpflichtung des Besitzenden gegen seinen Besitz. Sie ist also im höchsten Sinne die Haltung des Erben. Den vornehmsten Titel einer Sammlung wird darum immer ihre Vererbbarkeit bilden. Wenn ich das sage, so bin ich – das sollen Sie wissen – mir recht genau darüber im klaren, wie sehr solche Entwicklung der im Sammeln enthaltenen Vorstellungswelt viele von Ihnen in Ihrer Überzeugung vom Unzeitgemäßen dieser Passion, in ihrem Mißtrauen gegen den Typus des Sammlers bestärken wird. Nichts liegt mir ferner, als Sie zu erschüttern, weder in jener Anschauung noch diesem Mißtrauen. Und nur das eine wäre anzumerken: Das Phänomen der Sammlung verliert, indem es sein Subjekt verliert, seinen Sinn. Wenn öffentliche Sammlungen nach der sozialen Seite hin unanstößiger, nach der wissenschaftlichen nützlicher sein mögen als die privaten – die Gegenstände kommen nur in diesen zu ihrem Recht. Im übrigen weiß ich, daß für den Typus, von dem ich hier spreche und den ich, ein wenig ex officio, vor Ihnen vertreten habe, die Nacht hereinbricht. Aber wie Hegel sagt: erst mit der Dunkelheit beginnt die Eule der Minerva ihren Flug. Erst im Aussterben wird der Sammler begriffen.
Nun ist es vor der letzten halbgeleerten Kiste schon längst nach Mitternacht geworden. Andere Gedanken erfüllen mich als von denen ich sprach. Nicht Gedanken; Bilder, Erinnerungen. Erinnerungen an die Städte, in denen ich so vieles gefunden habe: Riga, Neapel, München, Danzig, Moskau, Florenz, Basel, Paris; Erinnerungen an die Münchener Prachträume Rosenthals, an den Danziger Stockturm, wo der verstorbene Hans Rhaue hauste, an den muffigen Bücherkeller von Süßengut, Berlin N; Erinnerungen an die Stuben, wo diese Bücher gestanden haben, meine Studentenbude in München, mein Berner Zimmer, an die Einsamkeit von Iseltwald am Brienzer See und schließlich mein Knabenzimmer, aus dem nur noch vier oder fünf der mehreren tausend Bände, die sich um mich zu türmen beginnen, stammen. Glück des Sammlers, Glück des Privatmanns! Hinter niemandem hat man weniger gesucht und keiner befand sich wohler dabei als er, der in der Spitzwegmaske sein verrufenes Dasein weiterführen konnte. Denn in seinem Innern haben ja Geister, mindestens Geisterchen, sich angesiedelt, die es bewirken, daß für den Sammler, ich verstehe den rechten, den Sammler wie er sein soll, der Besitz das allertiefste Verhältnis ist, das man zu Dingen überhaupt haben kann: nicht daß sie in ihm lebendig wären, er selber ist es, der in ihnen wohnt. So habe ich eines seiner Gehäuse, dessen Bausteine Bücher sind, vor Ihnen aufgeführt und nun verschwindet er drinnen, wie recht und billig.

30 Ekim 2016 Pazar

siyah sert Berlin ve benim Berlin'im 1-



"...ikincisi bir tür içbahçeye açılıyor ve bir dolu pencere, karşı-pencere görüyor, inanılmaz bir sessizlik hüküm sürüyor burada."

Berlin'deki konak yerlerimin ilki, arkadaşımın yazları kazıda olduğu için kullanmadığı eviydi; Berlin Schöneberg, Gotenstrasse 11'deki bu daireyi üç ay boyunca kiralamıştım. Aynı Enis Batur'un anlattığı gibi, iç avluya bakan ve karşılıklı bir sürü pencerenin birbirini gördüğü, sessiz, çok sessiz bir ev. Bu sessizlik zaman zaman piyano egzersizi yapan biri tarafından bölünürdü. Bu egzersizler oldukça üstdüzeydeydi, konser dinliyormuşçasına haz veriyordu insana. Ve İstanbul'da olmadığını hatırlatıyordu. Hem bu müzik ziyafetlerine, hem de çoğu perdesiz olan pencerelerde görünen, sıcak Berlin gecelerinde evlerinde çırılçıplak gezen insanlara alışık değiliz :)

"Benim yaşımda, yazı serüvenimin şu aşamasında, yazılamamış bir kitap (daha) ölüm değildir sonuçta, hem düşüşse, koskoca şehirler düşüyor günü geldiğinde, bir kitap düşecek olsa, çıkardığı sağır sesi kim duyacak?"

Bir yıl boyunca beklediğim üç aylık Berlin tasavvurum yararcı anlamda tam bir fiyasko oldu; elbette bunun Berlin'le bir alakası yok. Belki de var. Şimdi bunca zamandan sonra doğru değerlendiremiyorum; araya zaman girdiği için değil -ki bu şeylere mesafe almak açısından gerekli- belki de çok zaman girdiği ve ben zamanında bu değerlendirmeyi yapmadığım için. Berlin'de yaşam o kadar rahat, müzeler o kadar çeldirici ve biralar o kadar ucuzdu ki :) Şaka şaka. Her şakada gerçek payı olsa da. Şimdi kısaca, 2013 Haziran'ı coşkusu, olağan panik hissi ve yine olağan derdim hedef dışı okuma-yazma olarak özetleyebilirim fiyaskoyu.

"...Yaralı bir kent. Otto Dix'in sargılı askerlerini çağrıştırıyor. İyileşecek sonunda, sargıların altından taze, yenilenmiş bir yüz çıkacak. ...şimdi hayalet-sokak ve alanlarla hayalet-bina ve insanlar dolduruyor kenti. Oysa bu aura da kaybolacak sonunda: Kimsenin aklından Benjamin'i aramak geçmeyecek bir köşede."

Kapı önlerindeki pirinç plakalar, müzelerdeki -aslında böyleydi- şehir planları, fotoğrafları, toplama kamplarının listelendiği tabelalar... ikinci dünya savaşı ve onun kısa bir süre öncesindeki olayların üzerinden pek az zaman geçmiş olduğu hissini veriyor. Bunun yanında, Otto Dix'in sargılı askerinin Paris'te oluşu, sonra söz gelimi Troya hazinelerinin St. Petersburg'a uzanan yolculuğu ve Benjamin'in kitaplarını kitapçılarda kolaylıkla bulamıyor oluşumuz... Yaralı kent, evet. Yaralanmış ve yaralanan.

"Yazmak bir bakıma halı örmekse, tastamam öyle de değil: Masaya oturanın asıl yumakları kafatası kutusunun içinde."

Belki de Berlin'deki yazma hüsranı, kafamda henüz bir şablon oluşmamış olmasındaydı, hoş, masaya da yan oturmuştum. Yazarak düşünülür denir, elbet doğrudur ama şimdiye kadar benim için öyle olmadı; bu yaştan sonra da zor değişmesi. Ben yürüyerek ve yürüyerek, eşlik eden düşünceleri bir sonraki yürüyüşte sınıflayarak, yoğurarak işliyorum. Ancak en son halinde masaya oturabiliyorum. Berlin'de de çok yürüdüm o yıl. Ama daha çok etrafıma bakındım herhalde :)

12 Ekim 2016 Çarşamba

Aşk Ders Konusu Olursa

Türü iç kapakta "roman" olarak belirtilmesine karşın araştırma türüne romandan daha yakın bir kitap. Bitirdikten sonra gerçekten de Alain de Botton'ın sınıfında öğrenci olup ondan ders aldığımı düşündüm. Aşk Dersleri gerçek bir ders kitabı ama didaktik yapıtların olumsuz anlamını içermiyor.

Aşk üzerine konuşmamış, öyle ya da böyle fikir sahibi olduğunu düşünmeyen kimse yok gibidir. Bununla birlikte, bu çoklukla kıyaslandığında -roman türünü bir yana bırakırsak- aşkı konu edinen incelemeler devede kulak kalır. Bir muharrerat-ı nadire ile karşı karşıyayız :)

Yazarın her tanımına ve vardığı her yargıya katılmayabilirsiniz, bilmediğimiz bir şeyi sunmadığını da iddia edebilirsiniz ama aşkta (çoğu kez bile bile) yapılan yanlışları göstermedeki dürüstlüğünü takdir etmek gerekiyor.

11 Ekim 2016 Salı

Susan Sontag'ın bilinci hala yaşıyor; demek ki günlük yazmak lazım :)

Yazar hayatı boyunca otobiyografik bir metin kaleme almamış ve yazdıklarında kendine pek az yer vermiş olunca, günlükleri daha kıymetli hale geliyor. İçeriğinden bağımsız olarak.

Ben günlük türünü kabaca ikiye ayırıyorum: Yayımlanmaları düşünülerek ya da buna ihtimal verilerek yazılmış olanlar ve olmayanlar. Sontag'ın günlüklerinin (en azından ikinci cildi) ikinci kategoriye girdiği görülüyor.

Günlükleri yayıma oğlu Rieff hazırlamış; sıklıkla (her sayfada birkaç tane) köşeli parantez içinde açıklamalar yer alıyor. Sunuş yazısında Rieff, "kalbi sık sık kırıldı ve bu cildin büyük bölümü romantik kayıp duygusuyla başa çıkma çabalarını anlatıyor. Bir anlamda, annemin hayatını eksik bir şekilde anlatıyor günlükleri - çünkü günlüklerine mutsuzken yazma eğilimindeydi, ne kadar mutsuzsa o kadar sık yazardı. Mutluyken günlüğünü eline almazdı pek. Dolayısıyla, günlükteki ölçülerle gerçek hayattaki ölçüler birbirini tutmasa da, bana kalırsa aşktaki mutsuzluğu da yazmaktan aldığı derin tatmin duygusu gibi karakterinin bir parçasıydı. Yazmadığı zamanlarda hayatına bir öğrenci olarak devam eder, büyük edebiyat eserlerini ideal bir okur olarak hatmeder, büyük sanat eserlerini ideal bir sanatsever olarak değerlendirir, büyük tiyatro eserleri, filmler ve müziklerin peşinde tutkuyla koşardı. Dolayısıyla, günlükleri de ona sadık olarak, yani yaşadığı şekliyle hayatına sadık bir biçimde kayıptan derin ve çeşitli bilgiye, sonra yeniden kayba ve yeniden bilgiye uzanan inişli çıkışlı bir yolculuğu anlatıyor. " diyor.
Benim kitabı tanıtmak için bu ifadeye ekleyebileceğim daha iyi bir şey yok; ancak belki, aşağıdaki alıntılara yer verebilirim:

* Sözcüklerin kendi sağlamlığı var. Kağıttaki sözcük onu düşünenin zihnindeki zayıflıkları belli etmeyebilir (gizleyebilir).

* Büyük sanattaki üslupta bir kaçınılmazlık - sanatçının başka alternatifi yokmuş, dolayısıyla üslubuna odaklanmış olduğuna dair bir his.
... En yüce sanat inşa edilmiş değil salgılanmış gibi.

* Kişi kendisi hakkında düşündüğüdür. Sevilebilir olduğunu düşünüyorsa öyledir; güzel, yetenekli vs. olduğunu düşünüyorsa öyle.

* Duchamp: Hazır yapımlar sanat değil, felsefi bir vurgudur.


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Marmaray günlükleri -1

Elinde zikir matik sürekli mırıldanan ve düğmeye basan kız, allah yok :)

Kaşında piercing olan ve camı ayna gibi kullanıp sürekli saçlarını düzelten delikanlı, birçok kız tavlayacaksın ve sayısız kere sevişeceksin. Endişe etme :)

Kör adam eline değdiğinde sanki kızgın sobaya değmiş gibi sıçrayan kız, ne oldu, ne var? :)

Kağıt maske takan, olasılıkla kanser olan yaşlı adam, sıkıntını yüreğimde hissediyorum.


14 Mayıs 2016 Cumartesi

Selanik günlüğü -1



Otel Amalia'yı nasıl anlatsam? Hani erotik komedi İspanyol filmleri vardır, 70lerde geçen. Güney İspanya'nın plajlarını dolduran, beton üstüne beton otellerin göründüğü. Amalia da işte o otellerden biri :) Selanik'in en merkezi yerinde olmasına karşın, 70lerde donmuş kalmış. Fakaaat, kahvaltıda, ismi buata ya da buatcha olan, işte aksan kabiliyetsizliğimle ne kadar tekrarlatsam ve tekrarlasam da söyleyemediğim ve tekrar ede ede iyice anlamsızlaştığı için vazgeçtiğim kruvasan ve donut arası Selanik spesiyali o kadar güzeldi ki masalardaki tozlanmak suretiyle daha da çirkinleşmiş plastik çiçekleri suya bastırasım, perdeleri yıkayasım, otelin üzerindeki şu ölü toprağını bi silkeleyesim geldi :) Canım Amalia.



10 Nisan 2016 Pazar

Yeniden doğuş


Yıllardır kimse bakmamış bu bahçeye. Ama işte
bu yıl - mayısta mı, haziranda mı? - kendiliğinden

açmaya başlamış çiçekler, parmaklıklara kadar coşmuş, - binlerce gül, karanfil, binlerce sardunya, kokulu burçak - mor, turuncu, yeşil, kırmızı, sarı
renk renk, dal dal; öyle çok, öyle güzel ki,

süzgeçli kovasıyla
yeniden geliyor kadın - güzelleşmiş, dingin anlatılmaz bir güvenlik içinde . Ve bahçe örtüyor

kadını
omuzlarına kadar, sarıp içine alıyor büsbütün havaya kaldırıyor kollarında. Sonra biz geliyoruz,

tam öğle üzeri,
bahçeyle kovalı kadın göğe yükseliyor
ve başımızı kaldırdığımızda, birkaç damla su damlıyor kovanın süzgecinden usulca yanaklarımıza,

çenelerimize ve dudaklarımıza. 

Yannis Ritsos
Ceviren: Cevat Çapan

18 Mart 2016 Cuma

Isherwood (1904-1986)



Dün tanıştım kendisiyle. Meğer 30'lu yıllardan beri buralardaymış :)

Hoşça Kal Berlin'i aldım dün, Kadıköy Yapı Kredi'den. Hitler öncesi Berlin'i, bugün tamamen yok olmuş olan Berlin'i anlatan bir roman.

Kitabın isminden ve şu diyalogdan dolayı almıştım:
-"Arkadaşınız,  bize sizin bir yazar olduğunuzu söylüyor?"
-"Gerçek bir yazar değilim," diye itiraz ettim.
-"Ama bir kitap yazdınız? Evet?"
Evet, bir kitap yazmıştım.
Yakınlarda yazdığım bir blog yazısında, iki doğaüstü inancım olduğunu söylemiştim; hani şu bi gün bana piyango vuracağına ve sezgilerimin beni yanıltmayacağına olan inancım. Bir tane daha vardı, unutmuşum. O da şu: Bir konuya yoğunlaştığımda, tesadüfen onunla ilgili şeyler görmeye başlarım. Hayır, algıda seçicilik değil :)

Mesela:

Bugünkü zoraki tatilde, geç kalktım, uzun bir kahvaltı ettim ve bir film izleyeyim dedim. Birkaç hafta önce, 2. el birkaç dvd aldıydım. Birini seçtim. Tek Başına Bir Adam diye çevirmişler; Colin Firth'ün oynadığı, ödüllü bir film. Meğer Isherwood'un aynı adlı romanından uyarlamaymış. Filmi çok beğendim, hemen koşup YKY'den romanını da aldım.

Elbette.

Sonra Starbucks'ta, bir kertenkele gibi güneşlenerek -sanki enerjimi direkt güneşten alır gibi- biraz okudum şu iki Isherwood'u. Hep aynı yere oturmak biraz manyakça olsa da gerekçem var! Burası hem deniz görmediği hem de dar bir yerde olduğu için genelde boş oluyor. Bence manzarası da denizden daha güzel. Sokağa bakıyor.

Evet.

Güçlü güneş ve Isherwood, birlikte olunca orgazma benziyor.

17 Mart 2016 Perşembe

Crying Out Love in the Center of the World





Yanımda ve karşımda, biri İtalyan biri de Türk asıllı iki Alman çift oturuyor; cep telefonlarından, Pavarotti'nin söylediği, "ti voglio bene assai"i dinliyorlar. Yüksek sesle, gözlerini kapatıp birbirlerinin ellerini tutarak eşlik de ediyorlar.

Arkada, bir grup Arap turist, kabak/havuç soyacağı satan adamın her cümlesinden sonra, tek kelimesini bile anlamadıkları halde bir ağızdan "oooo" diye bağırıp gülüyorlar.

Sonra, karşımda bir Arap çift daha var; adam, kadının şalının altından göğüslerini okşuyor, sonra da sanki dünyanın en normal şeyiymiş ve kimse görmüyormuş gibi kayıtsızca etraflarına bakıyorlar :)

Çocuklar koşuyor sonra, çaylar höpürdetiliyor, selfieler çekiliyor, martılara simit atılıyor.

Deniz, muhallebi kıvamında ve güneş, tarçınmış gibi serpiliyor denizin üzerine. Sarı, kızıl ve yoğun renkler.

Bir yere varmak için binilmemiş bu sürreal geminin neşeden ve aşktan yapılmış yolcularını gören birini, dünyada başat olanın savaş, yıkım ve yoksulluk olduğuna inandırmak zor.


*


Yine inanılması güç bir şey oluyor, ben bu delilerin arasında olduğum halde kitabımın satırları arasına dönebiliyorum:


"...Bugün bile hala annenize erkek ve Kızılderili olarak doğmadığınız için öfkelisiniz. Beş yaşındayken Karl May'i okudunuz ve Kızılderili olmak istediniz. Kilimlerden bir Kızılderili çadırı yaptınız ve oyuncak bebeklerinizin kafa derilerini yüzdünüz. Çocukların çoğunlukla hiçbir şey okuyamadığı bir yaşta eski çağların efsaneleri sizi içine çekti. Sonraları, okulda sıranın altında Dostoyevski okudunuz. Arkeolog ve sanat tarihçisi oldunuz ve dolambaçlı yollardan geçtikten sonra bugün de bir bakıma arkeologsunuz. Keşifler yapıyor ve bir şeyler ortaya çıkarıyorsunuz. Bir okul arkadaşınız size şair olduğunu ileri süren sevimli bir serseriden söz etti. Bir okul defterine elyazısıyla bir tiyatro oyunu yazmıştı ve arkadaşınız edebiyattan bir kelime anlamadığı için sizden okumanızı istedi; eğer piyes iyiyse adamla bir ilişki yaşamak istiyordu. Piyesin adı "Baal"dı. "Beni dinle", dediniz gece defteri okuduktan sonra, "o Almanya'nın en iyi şairi olacak!" O zamanlar şair kendisine Bertolt değil de Eugen diyordu. Yıl 1921'di."

*


Ve hatta, şunları düşünmeye bile fırsat bulabildim:

Evet, gücü seviyorum. Hem de çok seviyorum, doğru. Ama bir tek şiirlerde. İnsanı omuzlarından tutup sarsan, gözlerinin ta içine bakan şiirlerde. Celan'ın, Brecht'in, Bachmann'ın şiirleri gibi şiirlerde. Seviyorum, masaya yumruğunu vurur gibi ifade edilişini: sevginin ve coşkunun.

10 Mart 2016 Perşembe

Buzda Yürüyüş: Münih-Paris



Herzog,
"1974 yılının kasım sonuna doğru Paris'ten bir arkadaşım beni arayıp Lotte Eisner'in çok hasta olduğunu ve muhtemelen öleceğini söyledi. Olamaz, dedim, şimdi ölemez, Alman sineması şu an onsuz yapamaz, bu önemli kadının ölmesine izin veremeyiz. Bir ceket, bir pusula ve gerekli malzemelerle dolu bir kamp çantası aldım. Çizmelerim o kadar sağlam ve yeniydi ki yüzümü kara çıkarmayacaklarına emindim. Yaya olarak oraya ulaşırsam onun hayatta kalacağına dair sağlam bir inançla Paris'e giden en kestirme yola koyuldum. Zaten kendimle baş başa kalma ihtiyacı da duyuyordum."
diye açıklıyor önsözde, kitabın tohumunu. Kitap, bu yolculukta tutulan notlardan ayıklanarak düzenlenmiş.

Herzog yola çıktığında 32 yaşındaymış. Onunla hiçbir özdeşlik kurmasam da, 32'nin cazibesine kapılmamam imkansız. 32, hayatımda aklımda kalan tek yaşım. Hayatımın geri kalanının geri dönülmez biçimde değişip tepetaklak olduğu yıl, bir kırılma noktası. 

Herzog'un kitabında çok tuhaf bir şey var. Bunun neden böyle olduğunu bulmak istedim. Herzog hayranı olmadığım için, daha doğrusu sinemayı sevmekle birlikte bilinçli ve özel merakı olan bir izleyici olmadığım için Herzog'u ve filmlerini pek bilmiyordum. Birkaç yıl önce festivalde izlediğim "Cave of forgotten dreams" aklımda yer etti yine de. Evet, ne diyordum, onu tanımadığım için vikipedi'ye baktım, "'Yeni Alman Sineması'nın mistik ekole sahip önemli sinemacısı. 5 Eylül 1942 Münih, Almanya doğumlu. Bavyera'nın bir köyünde büyüdü ve on üç yaşına geldiğinde, ailesi ve Klaus Kinski ile Münih'te bir apartman dairesinde yaşamaya başladı. Daha sonraları bu konuyla ilgili olarak, "O an için, bir yönetmen olacağımı ve Kinski'nin oynadığı filmleri yöneteceğimi biliyordum" demiştir. 1960'lı yılların başında, ilk filmlerini finanse edebilmek için bir çelik fabrikasında kaynakçı olarak çalışmıştır." diyor. Heh dedim, kitabı tanımlayan ilk anahtar sözcük bu: 'mistik'. Mistikten ne anladığınızı bilmiyorum ve burada tartışmaya kalkarsam çok dağılırım ve uzar. Benim için mistik olan birkaç şey vardır, belki "inandığım" şeyler demeliyim: Bir tanesi çok komiktir, ölmeden önce mutlaka bana piyango vuracağı hissi :))) Bir diğeri, sezgilerimin güçlü olduğunu ve beni yanıltmayacaklarını düşünmem vb.

Her neyse, kitapta iki şey var. Bir kere, bu bir metin değil, bir film. İkincisi, 'iç'inden bahsetmeden yaptığı yolculuk, bir iç yolculuk ama onunki değil, bizimki, okuyan kişinin iç yolculuğu. Velhasıl çok tuhaf. Ama çok güzel. Bunu şöyle tarif edebilirim: diyelim bir önceki okumada 40. sayfada kaldım değil mi, başlıyorum 40'tan okumaya. Okuyorum, okuyorum, zaman geçiyor, geçiyor, ayırdığım süre tükenip kitabı kaparken bir bakıyorum ki 43. sayfadayım :)

Örneğin şöyle yazmış:
"Eisner'imiz ölmemeli, ölmeyecek, buna izin vermeyeceğim. Şu an ölüyor değil çünkü ölmüyor. Şimdi değil, hayır, buna hakkı yok. Kararlı adımlarımın altında yer sallanıyor. Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahata çekiliyor."
Ya da şöyle:
"Kar sessizliği; tarlaların siyahlığı karların altından beliriyor. Genkingen'de kapılar yıllardan beri rüzgarda çarpıp duruyor. Artık tütmeyen bir tezek yığınının üstünde serçeler gördüm. Eriyen kar damla damla bir oluğa akıyor. Bacaklarım yürümeye devam ediyor."
Ya da şöyle:
"Tailfingen;...Bütün gün bir duraklama halindeyim, hareket yok, düşünce yok, sekteye uğradım. Şehir berbat, epeyce endüstri, keyifsiz Türkler, sadece tek bir telefon kulübesi var. Bir de çok yoğun bir yalnızlık hissi. Ufaklık şu anda battaniyesinin kenarını sıkıca tutmuş bir şekilde yatakta olmalı. Öğreniyorum ki filmim bugün Leopold'da gösteriliyor, adalete inanmıyorum."
Şuna bakın:
"Yol kenarındaki sigara paketleri çok ilgimi çekiyor, özellikle de ezilmedikleri zaman; o zaman hafifçe şişip bir cesede benziyorlar, köşeleri artık o kadar sivri olmuyor ve nemin soğukta su damlacıklarına dönüşmesi yüzünden etraflarındaki naylon içeriden buğulanıyor."
İşte:
"Yalnızlık bugün önümden batıya doğru uzandı ama görüşüm perdelenirken o kadar ilerisini göremedim. Boş bir tarladan havalanan kuşlar gördüm, sayıları gittikçe arttı, ta ki gökyüzü onlarla kaplanana kadar ve onların yerin rahminden, yerçekiminin geldiği o müthiş derinliklerden geldiklerini gördüm. Orada patates madeni de bulunabilir. Yol o kadar sonsuz ki içimi bir korku kapladı. Geçen hafta boyunca yağmur ve sisli gri, güneşin yerini bile tahmin etmemi imkansız kıldı. Brienne'e varır varmaz insanlar birden saklanmaya başladılar, sadece ufak bir bakkal yanlışlıkla açık kaldı. Sonra o da kapandı ve o zamandan beri kasaba ölüme terkedildi. Bu kasabanın üstünde işlenmiş demir parmaklıklarla heybetli bir kale duruyor: Tımarhane. Bugün kendi kendime 'Orman,' dedim sık sık, hakikat bizzat ormanın içinde geziniyor."

Yolculuk kaç gün sürdü? Sürdü mü?

Yaşatmak için ona doğru yürünen Eisner vaktinden önce öldü mü?

Soruların cevabını kitabı okuyanlar öğrenecek.




29 Şubat 2016 Pazartesi

Çayını İçtikten Sonra

"Rıfat ölmüş olabileceğinden şüphe ediyor. Öldü ve bunu anlamadı. Şöyle düşünüyor: Gayet mümkün, çünkü ölen hiç kimse öldüğünü anlamaz.
Aklında bazı anlar var. Ölüm anları. Yaşamanın yetmediği ya da tam tersine çok ağır geldiği anlar. Bu birbirinin tam zıttı anlardan birinde ölmüş olabilir. Devlet on iki yaşındaki bir çocuğu öldürdüğünde Rıfat da ölmüş olabilir. Sevgilisi kırda güzel sesiyle bir Sait Faik öyküsü okurken Rıfat oracıkta ölmüş olabilir. Belki de kitapçıyı basan polisin cop darbeleriyle ölmüştür.
Bu anları sıralamaya kalksa bütün ömrünü anlatması gerekecek.
Her neyse, Rıfat çoktan ölmüş olabileceğinden şüphe ediyor ve kendi kendine şöyle diyor: Yaşamadan ölebilirdim ama ölmeden yaşayamıyorum.
Her neyse, Rıfat çoktan ölmüş olabileceğinden şüphe ediyor ve çay demliyor. Çayını içerken bardağı bütün parmaklarıyla öyle bir kavrayışı var ki, çay molası bittikten sonra ölecek taşeron işçilere benziyor." 
Barış Bıçakçı
Seyrek Yağmur
İletişim, 2016

17 Şubat 2016 Çarşamba

...

yorgunum. üstelik, örneğin bu akşam David Bowie'nin Reality filmini izlerken (https://vimeo.com/28648393) düşündüm de, o yaşta bu enerjiyi nasıl bulduğunu bile anlayamayacak haldeyim. nasıl bir yaşama hırsıdır, nasıl bir güçtür bu insanlardaki, sürekli üretilen?

şuramda bir şey var. yorgunum.

belki üzgünüm de yorgunum sanıyorum. bilmiyorum.

dinlenmekle geçmediğine göre, demek ki yorgun değilim.

bilmiyorum.

şuramda bir... söküp atamadığım birden fazla şey

var.



Robert Walser'e doğru

İsviçreli yazar Robert Walser'i bu küçük kitap sayesinde tanıdım (ismen); aslında, merak ettim demek daha doğru. Onun -eserlerini okumadan önce- hakkında okuduğum ufak tefek bilgilere dayanarak bile, Jelinek'in bu metninin onu yansıttığını söylemek mümkün. Orijinalini Berlin'e gittiğimde edineceğim, ama ondan önce, başlık, "Er nicht als er (zu, mit Robert Walser)", "O olmayan o (Robert Walser ile, ona doğru)" olarak çevrilse kulağa daha hoş gelirdi gibi geliyor bana.

Elfriede Jelinek bir yazar olduğu kadar bir şairdir de, o nedenle metnin okunurken çıkardığı sesi de çok merak ediyorum.

Şimdi tadımlık bir bölüm, buyrunuz:

"...Hayatınızı paylaştığınız diğer insanlar varlıklarıyla sizi kafası çalışmayan ve yoksul biri haline getiriyor. Yavaş yavaş elinizden her düşüncenizi alıyorlar. Şu anda hiçbir şey bilmiyormuş gibi bir izlenim uyandırıyorsunuz. Endişelenmeyin, sayemde uzun süren bu arayışa girmenize gerek kalmayacak. Ben de yıllardır kendimi arıyorum, ancak benim amacım sizin aksinize kaba bir biçimde kendimi saydırmak. Bu arayışı başka birine, hele de bir yazara emanet edemem, bunun için fazla değerliyim. Demem o ki ben hazır kendimi arıyorken bunu sizin yapmanıza gerek yok. Ben kendimi sizin bulabileceğinizden daha hızlı bulurum, çünkü nerede olduğumu genellikle bilirim. Gerçi bazen şunu fark ediyorum ki içimdeki yuvamda değilim! Ve üstelik nerede olduğum da umurumda değil. Belki de ölene kadar başka bir yerde çabalar, yaşar giderim. Kendimi bir kez daha vaktinde bulamayacak olursam size karşı ziyadesiyle savunmasız duruma düşerim. Bu noktada yoluma zorluklar çıkar ve onların üstesinden gelmeye çabalarken ... yoldan ayrılırım, evin yolunu bulamam. Şaşkın şaşkın dolanırken bana kimse ilişmez, çünkü onlar da nerede olduğumu bilmez. ...Öyle görünüyor ki siz de beni başka bir yerde aramaya gitmişsiniz. Bekler misiniz? ... Şuraya, mutfak masasının üzerine, içinde düşünmekten tekrar hızlıca uzaklaştığım bakış açısı aracılığıyla size doğru yola çıktığımı bildiren bir not bırakıyorum. Gittiğim yerde kök salmayacağım. İnsanlar beni bulamadan çabucak yola koyuluyorum..."

Elfriede Jelinek
o olmayan olarak o
(Robert Walser ile, 'e doğru)
Çeviren Gül Gürtunca
NOD, 2015

14 Şubat 2016 Pazar

14 Şubat

"- Şayet bir sevgilin yoksa herkes sevgilindir.

Bu sabahki Hallmark tebrik kartı, o lanet olası kovboyun inceliği. Etrafta gözlüğümü arandım. The Laughing Policeman kitabının yıpranmış kapağı ve ucunda Etiyopya haçı olan bir zincirle beraber çarşafların altındaydı. Nasıl oluyor da hep ortaya çıkmayı başarıyordu? Peki bugünün sevgililer günü olduğunu nereden biliyordu? Mokasenlerimi ayağıma geçirdim ve hafif somurtkan bir şekilde ayaklarımı sürüye sürüye banyoya yürüdüm. Kirpiklerim çapaklanmıştı ve gözlüğümün camları parmak izleriyle doluydu. Gzökapaklarıma sıcak havlu bastırdım ve Fildişi Sahili'ndeki genç bir köylüye bir zamanlar çekyat görevi görmüş olan alçak, ahşap banka baktım. Beyaz frak gömleklerden, yıllar içinde yıpranmış eski püskü tişörtlerden ve Fred'in eprimiş eski pazen gömleklerinden oluşan ufak bir yığın vardı. Fred'in giysilerinin tadilini bile ben yapıyordum, diye geçiriyordum içimden. Kırmızı siyah kareli bir tanesini seçtim; iyi bir seçim gibi göründü. Yerden tulumumu aldım ve içindeki çorapları silkeledim.

Hayır, sevgilim yoktu, dolayısıyla da kovboy muhtemelen haklıydı. Bir sevgiliniz olmadığında herkes potansiyel sevgilinizdir. Günü tüm dünyaya göndermek üzere kırmızı elişi kağıdına dantel kalpler yapıştırarak geçirmek zorunda kalma korkusuyla bu düşüncemi kendime saklamaya karar verdim.

Dünya olup biten her şeydir. Wittgenstein'ın Tractatus Logico'sunda kavranması kolay fakat yıkması imkansız, gerçekten şık, esprili bir incelik var. Kağıt bir altlığın üzerine bunu bastırıp sokaktan geçen bir yabancının cebine atabilirdim. Ya da belki Wittgenstein sevgilim olabilirdi. Norveç'te bir dağ yamacında, küçük, kırmızı bir evde hırçın bir sessizlik içinde yaşayıp gidebilirdik."

Patti Smith
M Treni

3 Şubat 2016 Çarşamba

reverse

Kapının önüne kadar geldiğim halde eve girmek istemiyordum. Hayır. Ayaklarım geri geri gidiyordu. Ben de geri geri gitmeye başladım. İnsanların ve kedilerin ve kargaların şaşkın bakışları arasından geçerek önce bizim sokaktan, sonra mahalleden çıktım. Çevre yollarını, hızlı arabaların ıslıkladığı yol kenarları boyunca geri geri giderek şehrin kalabalıklığından sıyrıldım. Geri geri gitmeye doyamamıştım. Sonunda şehirden de çıktım. Arada bir direklere, ağaçlara çarptım, kurbağaların üstüne bastım. Su birikintilerine daldım. Çamurlara battım. Hiç önemli değildi. Geri geri gitmeye kaptırmıştım ve çok da güzel gidiyordum. Önce hızlı hızlı, hevesle; sonra sakin bir nefesle. Akşamüstüydü, gece oldu; gücüm vardı ve gece durmadım; biraz karnım acıktı ama durmadım; sonra susadım yine durmadım. Böylece sabah oldu. Kaç arpa boyu yol aldım gece bilmiyorum, çünkü gece zordu. Arada köpekler peşime takılıyordu, birileri bana bakakalıyordu. Ne gam, durmadım.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Patti abla ve oyunculuk



birkaç haftadır otobiyografiler, günlükler ve diğer ciğer röntgenleri hakkında yazmak için kafamda tilkileri koşturuyorum, ama öyle görünüyor ki yazı bir süre daha olgunlaşmayacak. bu fikre ilk Marquez'i okuduktan sonra kapılmıştım, Saroyan'la heyecanlandımdı eskiden ve sonra Ara Güler'inkiyle celallendim, yakınlarda ise Oliver Sacks'ın ve Patti Smith'in kitapları bana bu tür için bir şeyler yazmamı adeta dikte etti. du bakalım...

Patti Smith'in Çoluk Çocuk kitabından aşağıya alacağım birkaç cümle, gençken oyunculuk hakkında düşündüklerimi bire bir yansıtıyor; ailem ve arkadaşlarım oyuncu olmam konusunda beni yüreklendirirdi, ama yapabileceğime yüzde yüz inansam da Patti'yle aynı sebepten oyuncu olmayı hiç düşünmedim. bazen yöntemine inanmadığın birinin yönetimi altında, bazen inanmadığın bir metni yorumlamak. ve bunu bazen uzun zaman tekrarlamak. asla bana göre değil.

oyuncuların kendilerini adamalarına, disiplinlerine ve sabırlarına saygım sonsuz, hayranlığım derin, o başka.

"...Island'da rol almak sahneye eğilimim olduğunu gösterdi. Sahne korkum yoktu ve seyirciden tepki almak hoşuma gidiyordu. Fakat aklımın bir köşesine aktör olmadığımı yazdım. Oyuncu olmak askerlik gibiydi: daha yüce bir amaç için kendini feda etmelisin. Amaca inanman gerekiyordu. Bense, oyuncu olacak kadar kendimi teslim edememiştim."

s. 164

10 Ocak 2016 Pazar

Tao Te Ching, Brecht, Benjamin




LAO TZU'YU SÜRGÜNE GÖTÜREN YOL
ÜZERİNDE TAO TE CHİNG KİTABININ
DOĞUŞUNUN EFSANESİ

I

Yaşı yürürken yetmişe ve giderek bitkinleşirken
Neden sonra hissetti bilge huzurun gerekliliğini.
Bir kez daha ülkede iyilik yenik düşerken
Ve kötülük yaygınlaştırırken egemenliğini.
Geçirip pabucunu ayağına, bağladı iplerini.

II

Ve sarıp sarmaladı gerekli her şeyi:
Fazla değil, gene de şunu bunu tıkıştırdı bohçasına.
Keza zevkle tüttürdüğü piposunu akşamüstüleri.
Ve hep okuduğu ince kitabı da aldı yanına
Elbette unutmadı beyaz ekmekten azığını da.

III

Son bir sevecen bakıştan sonra siliverdi vadiyi aklından
Dağlara doğru yolunu tutturduğunda.
Öküzü de mutluydu yolu süsleyen yeni otlardan
Geviş getirerek taşırken yaşlı adamı sırtında
Ona da dert değildi bu yavaşlık aslında.

IV

Henüz dört gündür sürdürmüşlerdi ki yürümeyi
Bir gümrük kolcusu çıktı kayalıklarda karşılarına:
"Lütfen bildirin değerli şeylerinizi" - "Yok ki, neyi?"
Öküzü çeken oğlan: "Bir bilge o" dedi, "baksana"
Ve açıklamış oldu her şeyi bir çırpıda.

V

Ama için için gülen meraklı gözleriyle adam
Devam etti sormaya: "Bir şeyler bulmuş biri mi yani?"
"Sürekli akıp giden yumuşak suyun" dedi oğlan
"Granit blokları oyup hakkından geldiğini.
Anladın değil mi: Sert olanın yenildiğini."

VI

Daha çok zaman yitirmemek için giderek solan ışıkta
Çocuk dehledi öküzü, üçlü uzaklaşıverdi.
Görünmeze karışıyorlardı ki kara bir çamın ardında
Aniden adamımız gayrete geldi,
Var gücüyle seslendi: "Hey, durun biraz, aceleniz neydi?"

VII

"Söyler misin ihtiyar, nedir şu su meselesi?"
Yaşlı adam durdu: "İlgilendiriyor mu seni bu konu?"
"Alelade bir kolcuysam da ben" dedi ötekisi
"Kim kimin hakkından geliyor bilmek isterim bunu,
Eğer sen biliyorsan bana da anlat şunu."

VIII

"Yazıp veri ver şunu bana, çocuğa yazdır ya da
Böyle çekip gidersen unutulacak.
Şurada kalem de var fazla fazla kâğıt da
İki lokma buluruz akşamlan paylaşacak
Anlaştık mı şimdi, evim şurası bak!"

IX

Yaşlı bilge üzerinden omuzlarının
Süzdü adamı: Pabuçsuz ayaklar, palto yama içinde,
Dipsiz kırışıklarla dolu bir alın
Yo, bir galibin bakışı yoktu yüzünde.
Sessizce mırıldandı: "Demek sen de?"

X

Öyle görünüyordu ki yaşlı bilge kibar bir ricaya
Karşı koyamayacak kadar yaşlı biriydi
Bu yüzden: "Kim ki yanıt arar bir soruya
Yanıtı hak etmiştir" dedi, Oğlan, "hava da soğuyor" diye seslendi
"Kalıyoruz o halde, haydi!"

XI

Ve yaşlı bilge çözdü eşyalarını seçimini yaparak.
Yedi gün boyunca ikisi bir yazdılar kâğıtlara
Kolcu yiyecek taşıdı (ve hep sesini alçaltarak
Sürekli sövdü kaçakçılara ve kaçaklara)
Görev bitti sonunda.

XII

Ve bir sabah gümrükçüye teslim etti çocuk
Seksen bir bitmiş deyişin hepsini,
Teşekkür edip ayrıldılar, yanlarında biraz yolluk
Dönüp gittiler çamın ardından yolun kavsini.
Büyük incelik, kabul ederseniz. Mümkün mü söylemek aksini.

XIII

Ancak yalnızca bilge değil hak eden övgülerimizi
Adı Tao Te Ching kitabını süsleyen,
Çünkü çekip çıkarılmalıdır gün ışığına bilgenin bilgisi.
Gümrük kolcusu da hak etti teşekkürlerimizi bu yüzden:
Çekip çıkardığı için bilgisini bilgeden.

Bertolt Brecht

...Buradaki ders ya da öğüt, şeylerin kararsızlığını ve değişebilirliğini
asla gözden yitirmemek ve su gibi sıradan, ciddi ve bitmez
tükenmez şeylerin tarafını tutmaktır. Diyalektik materyalist bunun
üzerine ezilenlerin davasını düşünecektir. (Bu, yönetenler
için sıradan, ezilenler için ciddi ve sonuçlan açısından da en bitmek
tükenmek bilmeyen şeydir.) Son olarak vaat ve kuramın yanı
sıra şiirde ahlaki bir yön de vardır üçüncü sırada. Sert olanın
yenilmesini isteyen, güler yüz gösterebileceği hiçbir fırsatı kaçırmamalıdır.

Walter Benjamin
Brecht'i Anlamak
s. 97

5 Ocak 2016 Salı

otur ve geçmesini bekle

İşe gidemedim bugün, yatağa yapıştım kaldım; kalkamadım. Soğuk algınlığı... Günün büyük bölümünde uyuyordum ama düşünmeye de zaman bulabildim. Yalnız ve sessiz bu zaman parçasını boşa harcamadım.

Amerika'yı yeni baştan keşfettiğimi iddia etmiyorum ama bir şey "keşfettim", daha doğrusu içselleştirdim:
kötü hissettiğimde, çabalayıp ardından üzülecek yanlışlar yaratmak yerine, tıpkı ağrı çekerken yaptığım gibi, katlanmaya çalışıp geçmesini bekleyemez miydim?

Beklemeliyim. Sessizce ve sabırla.

3 Ocak 2016 Pazar

Kimisi şiir sever

Bugün Baki Yiğit Bey, Çeviri adlı facebook grubunda Wislawa Szymborska'nın bir şiirinin dört farklı çevirisini bir arada paylaştı. Her birinde ayrı güzellikler vardı ama bana bir kolaj yapma arzusu verdi bunlar: Her birinin kulağa en hoş gelen yanlarını birleştirme arzusu, belki bir iki kelime de benden katarak.

Aşağıya ilk olarak kolajımı, ardından da şiirin çevirilerini alıyorum.

KİMİSİ ŞİİR SEVER

Kimisi şiir sever
Demek ki herkes değil.
Hatta çoğunluk bile değil
Ancak bir avuç insan.
Okullardaki sayılmaz, orada şiir zoraki
o şiirlerin şairleri de tabii,
belki tümünün binde ikisi.

Sever ama
tavuk suyuna şehriye çorbası da sever kimi
kimisi iltifatları ve mavi rengi

kimisi modası geçmiş bir atkıyı
kimisi sözünü geçirmeyi
kimi ise okşamayı bir köpeği.


Sever şiiri de -
iyi ama nedir şiir?
Bir sürü tereddütlü yanıt

verildiyse de buna
ben bilmiyorum, bilmiyorum.

Ve tutunuyorum bilmemeye:
bir trabzana tutunur gibi.



----------------------------------------------------


Kimileri-
Öyleyse herkes değil.
Hatta herkesin çoğunluğu bile değil, azınlık.
Okullardakileri saymazsak, hani zorunlu olarak okunan
şairlerin kendilerini de saymamalı kuşkusuz,
binde ikidir olsa olsa bu kişiler.
Sever-
Ama makarnalı tavuk çorbası da sevilir.
Sevilir iltifatlar ve mavi renk de.
Sevilir eski bir atkı.
Sevilir sözünü geçirmek.
Sevilir okşamak bir köpeği.
Şiiri-
İyi de nedir bu şiir?
Çok sayıda ikircikli yanıt
yenik düştü bu soruya.
Bense bilmiyorum,
bilmiyorum ve buna tutunuyorum
kurtuluş tırabzanı örneği.

(Wislawa Szymborska, Başlıksız Olabilir,
Türkçesi: Neşe Taluy Yüce – Agnieszka Ayşen Lytko,
İyi Şeyler Yay., İstanbul, Birinci basım: Nisan 1998, s. 23)

~

BAZILARI ŞİİR SEVER / Wislawa Szymborska
Çeviri: Tuğrul Asi Balkar

Bazıları -
yani herkes değil. Herkesin çoğunluğu bile değil ama azınlığı.
Okulları hiç sayma, orada zorunlu,
ve şairlerin kendileri,
olsa olsa her bin kişiden ikisi.
Sever -
ama kimisi de tavuk suyuna şehriye çorbası sever,
kimisi yersiz övgüleri ve mavi rengi sever,
kimisi modası geçmiş atkı sever,
kimisi haklılığını kanıtlamayı sever,
kimisi bir köpeği okşamayı sever.
Şiir -
ama ne menem bir şeydir şiir?
Bir dolu sallantılı yanıt
verildi bu soruya.
Ama anlamıyorum ve anlamıyorum ve sıkıca tutunuyorum ona
düşmemizi engelleyen parmaklık gibi.

~

KİMİ ŞİİR SEVER / Wislawa Szymborska
Çeviri: Güneş Soybilgen

Kimi –
Yani herkes değil.
Çoğunluk bile değil,
Anca bir avuç insan.
Okullar sayılmaz, orada şiir zoraki
Ve şairlerin kendileri de tabi
Binde iki belki.
Sever –
Ama insan şehriyeli tavuk çorbası da sever,
Eski bir atkıyı da sever insan.
Sever insan üstteki el olmayı,
Bir köpeği okşamayı.
Şiir –
İyi de, nedir şiir.
Bir sürü sarsak yanıtı var bu sorunun
Ama ben bilmiyorum, bilmiyorum
Ve buna tutunuyorum
Tırabzana tutunur gibi.

~

BAZI İNSANLAR SEVER ŞİİRİ / Wislawa Szymborska
Çeviri: Cem Tamer

Bazı insanlar-
herkes değil anlamına geliyor bu.
Çoğu bile değil, sadece pek azı.
Okulu saymazsak, zorunlusunuz orada,
şairlerin kendilerini de,
belki binde iki gibi bir sonuca ulaşabilirsiniz.
Sever-
ama şehriyeli tavuk çorbasını da sevebilirsiniz,
pohpohları, ya da renklerden maviyi,
atkınızı,
köpeği okşarken
kendi tazınızı.
Şiiri-
ama zaten nedir ki şiir?
Birden çok sarsak yanıt verildi buna
o sorunun ilk soruluşundan bu yana.
Ama bilmemeye sarılıyorum ben, yapışıyorum
bağışlayıcı bir merdiven parmaklığına yapışır gibi.

2 Ocak 2016 Cumartesi

2016?

bugün sık sık şunu düşündüm:

adamda olmalıydım. karları küremeli, odun kırmalı, sobamı yakmalı, geberene kadar yazmalıydım.




benim için zaman durdu, ilerlemiyor artık.

yılları saymaktan vazgeçtim.

iyi de oldu...